Yönetmenliğini, üzerinde yaptığı sanatsal dokunuşlarla Tarsem Singh'in üstlendiği, birçok açıdan çarpıcı bir yapım The Fall... Türkçe'ye ''Düşüş'' adıyla çevrilen filmin konusuna girmeden önce, neden çarpıcı bir yapım olduğunu birkaç ön bilgiyle açıklayalım. Öncelikle filmin dekor düzeninin ve mekanlarının, alışagelmişin dışında olarak gerçek mekanlardan oluştuğunu söyleyelim. Film, 18 farklı ülkeden 26 farklı gerçek mekanda çekilmiş ve hiçbir özel efekt kullanılmamıştır. Fakat bu sizi yanıltmasın. Çünkü özel efektlerin kullanılmaması, filmin dokusuna ve işleyişine çok daha farklı bir renk getirmiştir. Hatta bu mekanlardan birisi, İstanbul'un tarihi hazinelerinden biri olan Ayasofya Müzesi ve Kilisesi. Yine filmin çekildiği mekanlardan olan Hindistan'ın küçük bir şehrinin tüm evlerine, film için evlerini boyamaları istenilen mavi boya bedava dağıtılmıştır. Ayrıca yönetmenin ince eleyip sık dokuduğu bu yapımın, çekim ve post-prodüksiyon aşaması 4 yıl sürmüştür. Bu yüzden de yapım yılı 2006 olmasına rağmen ilk geniş gösterimini ancak 2008 yılında gerçekleştirebilmiştir.
Filmin konusuna geçecek olursak başkarakterlerden ilki olan 10 yaşındaki Alexandria, bir portakal ağacından düştüğü için kolunu kırmıştır. Bu yüzden de hastanede tedavi görmektedir. Diğer başkarakter Roy ise hayatındaki düşüşü yaşamaktadır. Önce aşık olduğu kadını kaybetmiş, sonrasında ise dublörlük mesleğini yaparken tehlikeli bir sahne çekimi esnasında sakatlanarak hastaneye kaldırılmıştır. Ruhsal olarak da sancılı günler geçirmeye başlayan Roy, bir gün hastanede Alexandria ile tanışır ve arkadaş olurlar. Roy ilerleyen günlerde Alexandria'ya, kendi kurguladığı bir hikaye olan, Vali Odious'tan çeşitli sebeplerle nefret eden ve onu öldürmek isteyen 6 adamın hikayesini anlatmaya başlar. Seçilen bu 6 adam birbirinden farklı türde adamlardır ama amaçları tektir. Bu yüzden de birlikte hareket ederek gerekirse tüm dünyayı dolaşıp kötü kalpli Vali Odious'u bulup öldürmek istemektedirler. Birbirleriyle tanışmaları da Vali Odious'un bu 6 kahramanımızı da bir adaya hapsetmesine dayanır.
Roy'un anlattığı ve içerisinde köleden hükümdara kadar farklı türde karakterlerin bulunduğu bu hikayede, hiç şüphesiz en dikkat çekici kahramanlardan biri Charles Darwin'dir. Odious, Darwin'in aradığı ve çok ender görülen bir kelebek olan ''Americana Exotica'' isimli bir mavi kelebeği öldürüp Darwin'e yollamıştır. Darwin de kendisi için çok önemli olan bu kelebeği öldürmesi yüzünden, bir maymun olan arkadaşı Wallace'ı da alıp Odious'un peşine düşmüştür. Burada özellikle Darwin'den bahsetmemizin 2 sebebi var. Birincisi bahsi geçen ve filmin hemen her yerine sinmiş olan kelebek simgesi. Bu Roy’un yeniden doğuşunu, umudun varlığını, düşüşün ardından gelen ayağa kalkıp devam etme gücünü sembolize ediyor. Ayrıca Salvador Dali'nin tablolarına benzer bazı kesitler bulunan filmde, yine Dali'nin hemen her eserinde bulunan kelebek ayrıntısına bir gönderme yapılmış olabileceğini de düşünebiliriz. Ve Darwin'in maymunu Wallace... Sürekli Darwin'in torbasında gezen ve can alıcı noktalarda Darwin'e yol gösteren türden bir maymun bu. Burada, evrim teorisini kurgularken bir öğrencisi olan Wallace'ın ödevinden ilham aldığı söylenilen, Charles Darwin akıllara geliyor. Wallace'ın maymun olarak sembolize edilmesi de oldukça manidar.
Ana hikayeye dönecek olursak Roy, yaşamla ölüm arasında sürekli bir düşüş halinde olan ve gittikçe karamsarlaşan ruh halini, Alexandria'ya anlattığı hikayeye yansıtmaya başlar. Alexandria'dan onu uyutacak bazı ilaçlar istemeye başlamıştır. Hikayeyi anlatmaya devam etmesi karşılığında, bu ilaçları doktor ve hemşirelerden gizlice Roy'a getiren Alexandria, yine bir gün dispanserden ilaç çalarken düşüp ağır bir şekilde yaralanır. Bu kez tekerlekli sandalyesiyle Alexandria'yı ziyaret eden Roy'dur. Ondan hikayeyi anlatmaya devam etmesini ister. Roy'un anlattığı, gittikçe trajikleşen bu hikaye karşısında, minik kızımız Alexandria'nın gözyaşlarına tanık oluruz. Zihninde kurguladığı bu hikayeye dahil olan Alexandria, hem hikayede hem de gerçek hayatta Roy'u yaşama bağlamaya çalışır. Hikayenin sonunun güzel bitmesi için de Roy'u ikna etmeye çalışarak ona güç vermek için uğraşır. Hatta Alexandria için Roy'un artık bir baba figürü olduğunu görürüz. Bununla, karakterlerin birbirine karşı olan duygusal bağlılığını gözler önüne serer yönetmen.
Genel anlamda kurgudan çok güçlü bir görsel şölen olan The Fall filmini seyrederken, yönetmen empresyonist bir ressamın oluşturduğu nitelikte kesitler sunar bizlere. Sembolize edilmiş birçok gerçekliğin dışında, duygusal dünyaya renk katacak birçok imge kullanılmıştır. Zaten filmi seyrederken birçok farklı renk kullanıldığını da ayrıca görüyoruz. En çok üzerinde durulan renkler, filmin birçok kesitinde gördüğümüz portakalla pekiştirilen turuncu ve hem Alexandria hem de Roy'un çaresizce arada kalmış ruhsal dünyasını yansıtan sarı. Bunun dışında özellikle filme de ismini veren “fall” kelimesini de düşüş anlamında inceleyecek olursak, Alexandria hastaneye portakal toplarken düşüp kolunu kırarak gelmiştir. Roy da hayatında büyük bir düşüş yaşamaktadır. Ayrıca Roy'un anlattığı hikayede de bu kelimenin anlam bulduğu çeşitli düşüş sahneleri görürüz.
Film hakkında söylenecek çok fazla şeyin olmasının haricinde, sahnelerinin durdurulup tekrar tekrar seyredilecek türden olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Sembolize edilmiş her bir ögeden, birçok farklı anlam ya da gönderme çıkartabilmek oldukça mümkün. Yönetmen de bu noktada yorumu izleyiciye bırakıyor. Hiçbir görsel efektin kullanılmadığı ve üzerinde oldukça büyük emeğin olduğu bu film, her sinemaseverin ya da sanatseverin hayatında en az 1 kez seyretmesi gereken cinsten.
Kaynak: 1
Yorum Bırakın