England Is Mine, Morrissey'in hayatından bir kesiti anlatan biyografik bir film. Geçtiğimiz sene vizyona giren bu filmi beğenip beğenmemek biraz da beklenti ile alakalı sanırım. Filmi izlemeden önce Smiths hakkında bir şeyler görmeyi umuyorsanız, öncelikle bu umudu bir kenara bırakmanız, sadece Morrissey'e odaklanmanız ve bir "gençlik" filmi izlemeye hazır olmanız gerekiyor.
Filmde genç Morrissey’i izliyoruz; henüz müzik yapmaya ya da tam anlamıyla üretmeye başlamış sayılmayan ama herkesten farklı bir şekilde var olmayı çok isteyen Morrissey'i. Aslında hemen hemen hepimizin gençken yaşadığı uyum sorunlarıyla başa çıkmaya çalışıyor. Ne ailesinde ne arkadaşlık ilişkilerinde ne de yaptığı işte tatmin olamayan, kendine ait bir yer bulamayan bir karakter. Zevk alarak yaptığı, yaparken tam anlamıyla var olduğuna inandığı tek şey yazmak. Konserlere gidip dinleyerek, izleyerek en ince detayına kadar yakalamaya çalışan ve eleştiren bir karakter.
Aslında genç Morrissey'in eleştirileri, izlediği konserlere değil de tüm dünyaya karşı sanki. Çoğu durumdan şikayet eden ve şikayetlerinin temelinde "fark edilmemek" bulunan Morrissey'i konumlandırmanın en direkt yollarından biri, sanırım narsisizmle ilişkilendirmek. Ailesinden aman aman bir şefkat gördüğü söylenemeyen Morrissey, sosyal çevresinde de pek popüler biri sayılmıyor ya da hayatı boyunca yaptığı “kayda değer” bir iş yok. Bu durumlar, narsistik kişiliğinin temellerini atmaya yetip de artıyor bile. Yine bu durumlardan kaynaklı olarak sonsuz bir yaratma, diğer herkesten farklı olma isteği duyuyor. Yaratıcılık, çoğu zaman narsistik döngünün vazgeçilmez bir parçası olarak görülür ve sanatçı kişiliklerin hemen hepsinde bu tip bir döngü gözlemlemek mümkündür. Narsistik kişilikler, yarattıkları şeylere adeta taparlar, onları dokunulmaz kılarlar. Bu ürünler, narsistik kişilikler için başka kimsenin ulaşamayacağı, aynısını ya da benzerini üretemeyeceği bir noktada konumlanır.
Bir şeyleri eleştirmenin, onları yapmaktan daha kolay olduğu her zaman her yerde söylenen bir laftır. Yine de kimse tarafından pek kale alınmaz. Üretkenliğini tam anlamıyla ortaya çıkaramayan insanlar, genelde eleştirmeyi seçerler. Bu kötü bir şey olarak algılanmamalıdır; sadece yol budur. Çoğu zaman üretmeden önce diğerlerine bakıp onlar hakkında konuşmak istersiniz. Ve eğer mükemmeliyetçiyseniz, asla hiçbirini beğenmezsiniz. Sizin kafanızda her zaman harika bir şeyler vardır ve görüp duyduğunuz hiç kimse onun yakınından bile geçemez. Sizse onu yaratabilmenin hayaliyle yaşarsınız ama her denediğinizde o kadar da kolay olmadığını, sizin ona pek de yaklaşamadığınızı görmek sizi onu üretmekten gitgide uzaklaştırmaya başlar. Çünkü onun o harikalığını, muhteşemliğini bozmak istemezsiniz. Üretilmemiş işler genelde en mükemmel işlerdir.
Film boyunca Morrissey’in kafasındaki mükemmele yaklaşmak için olan çabalarını, grup kurmak için birileriyle tanışmasını hatta sahne almasını, hatta hatta aldığı sahnenin üstüne ona bir de teklif gelmesini görüyoruz. Fakat bu teklif kendisine değil grubun gitaristine geliyor. Kafasındaki şeyleri daha yeni yaratmaya başlamışken narsistik bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, onu takdir etmeyip bir de üstüne, bu sürece dahil olan bir başkasını ödüllendirmek olsa gerek herhalde.
Filmin son sahnelerine doğru, Morrissey'in yaşadığı düşüş nedeniyle kendisini odasına kapatmasını ve uzunca bir süre hiçbir şey yapmamasını izliyoruz. Bu sürece son veren şey ise annesi ile yaşadığı bir konuşma oluyor. Annesinin her anne gibi gözyaşını silip sırtını sıvazlamak yerine, bir tık daha şefkatsiz ama gerçekçi bir konuşma yapmayı tercih etmesi, aslında bize Morrissey’in geçirdiği çocukluk ve buna bağlı olarak geliştirdiği kişilikle ilgili fazlasıyla bilgi veriyor.
Filmin estetiğine ve çekimlerine ise Morrissey'in narsistik dünyasına uygun nitelikte diyebiliriz. Filmde sık sık dalgalı deniz sahneleri görüyoruz. Deniz, su, dalgalar diyonizyak olarak nitelenen görüntülerdir ve bir sanatçının hayatını ele alan bir filmde, bu tip görüntülerle sıkça karşılaşmamız da şaşırtıcı olmasa gerek. Dalgalanan denizi gördüğümüz çoğu sahnede, Morrissey tamamen kendi bilincine ait ve samimi cümleler kurmakta oluyor; sanki bize günlüğü okunuyormuş gibi. Yani onu farklı, özgür ve yaratıcı kılan cümleleri duyuyoruz. Bu bağlamda bize denizin gösterilmesi de karakterin söylediği cümleleri daha güçlü hale getiriyor.
Morrissey'in konser izlediği sahnelere gelirsek, özellikle Sex Pistols konseri sahnesi için kullanılan ve birbiri içine geçmiş görüntüler görüyormuşuz hissi yaratan kurgu tekniği ve filmin gerçek görüntülerle harmanlanmış olması Michael Winterbottom'ın 2002 senesinde çektiği ve yine İngiliz müzik camiası etrafında geçen, 24 Hour Party People filmini çağrıştıracak nitelikte.
Filmin finali kimi insanlara göre yetersiz olsa ve beklentiyi karşılamasa da, yazının en başında dediğim gibi bu, bence filmin başında koltuğunuza oturduğunuzda ne görmek istediğiniz ile alakalı. Evet belki bizi katarsise götürmüyor ama hayat da bizi bir katarsise götürmüyor ve bu hepimizin bildiği üzere devamı olan bir hikaye. Üretmenin, yaratmanın, bunları yaparken de düşüp tekrar kalkmanın ne kadar uzun, ne kadar yorucu olduğunu bence oldukça güzel özetleyen bu film, sadece bir müzisyen biyografisi olarak değerlendirilmemeli.
Yorum Bırakın