Rivayet odur ki; Marcel Proust henüz yirmili yaşlarındayken, Henri Bergson ile bir diyaloğa girdi. Genç Marcel, bugüne kadar yaşadığı acıları Bergson'a anlatırken ''Keşke, derin bir uykuya dalsam ve tüm acılarım sona erdiğinde uyansam... Bugüne dek yaşadığım hayat bir rüya olsa ve çektiğim ıstırapların hiçbirini tatmamış olsam...'' cümlelerini kurdu. Bu sözleri söylerken, felsefe doktoru olan Bergson'dan hayatının en önemli derslerinden birini alacağından haberi yoktu. Bergson, genç Marcel'e kişiliğini oluşturan yegâne şeyin yanında bir bavul gibi taşıdığı geçmişi olduğunu söyledi. Eğer yaşadıkları olmasaydı Marcel Proust da olmayacaktı. Proust o günden sonra, "Kayıp Zamanın İzinde" isimli, yedi ciltlik efsanevi kitabının tohumlarını zihnine ekmeye başladı. Bu rivayetin doğruluğundan emin olmamakla birlikte, oldukça sade bir biçimde geçmişin insan için ne derece değerli olduğunu anlatan bir anekdot olduğu ve Never Look Away ile doğrudan ilişki barındırdığı için yazıya bu satırlarla başlamak istedim.
''Geçmiş zihnin hakimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir.''
-Swannların Tarafı, Marcel Proust
Florian Henckel von Donnersmack, 2006 yılında çektiği Das Leben Der Anderen filmiyle, Doğu Almanya sosyalist rejiminin insanın özel yaşamına nasıl müdahale ettiğini tragik bir yapıyla anlatmış ve Almanya'nın Oscar adayı olmuştu. Bu başarısıyla dikkatleri üzerine çeken genç yönetmen, Hollywood'un yolunu tutmuş ve başrollerini Angelina Jolie ile Johnny Depp'in paylaştığı The Tourist filminin yönetmenlik koltuğuna oturmuştu. Film beklenen başarıyı gösteremeyince Donnersmack yeniden Almanya'nın yolunu tuttu. Sessiz geçirdiği sekiz senenin ardından kendiyle yüzleşmesi sayılabilecek Never Look Away'i yazıp yönetti. Başarılı yönetmen, hiç şüphe yok ki The Tourist'teki başarısızlığın kaynağını bulmuştu: Film, onun geçmişinden hiçbir iz taşımıyordu. Bir sanat eserinin yaşadığı, deneyimlediği, hatırında kalan acılardan açığa çıktığının iyiden iyiye farkına varmış olacak ki yaşadığı bu sorunu, gerçek bir sanatçı gibi, onun için en kuvvetli anlatım aracı olan sinemayla izleyicilere aktarmayı seçti.
Never Look Away'in henüz başında Kurt ve teyzesi Elisabeth'i bir sanat müzesinde görürüz. Nazist Rejim'den bir müze görevlisi Kandinsky vb. sanatçıların topluma hizmet etmeyen kişiler olduğunu ve bireyciliğin insana hiçbir yarar getirmediğinden bahseder. Ancak küçük Kurt ve Elisabeth eserlerden etkilenir. Özellikle müzikle ilgilenen Elisabeth'in sanata ve insana olan yüksek duyarlığı, Kurt'un hayat ve sanat bakışına önemli biçimde yön verir.
Güzelliği ile oldukça dikkat çeken Elisabeth, Hitler adına yapılan bir geçiş töreninde, tamamen Hitler'in tersi yönde düşünse de Hitler'e çiçek vermekle görevlendirilir. Görevini yerine getirdikten sonra yaşadığı zihinsel çöküşle beraber hezeyanları başlar. Filmde prensiplerinden taviz veren insanın trajedisinin resimlerinden ilkidir bu. Akli dengesini yitiren Elisabeth, çıplak şekilde piyano çalarken Kurt ile bir konuşma yapar. ''Gözlerini kaçırma. Gerçek olan her şey güzeldir.''
Hezeyanları devam eden Elisabeth'in akıl hastanesine kapatılmasına karar verilir. Nazi görevlileri Elizabeth'i arabaya bindirip götürürlerken Kurt; elini, arabayı görmesini engelleyecek şekilde uzatır. Ardından görüntü bulanık bir hâl alır. Kameradaki bu bulanıklık, Kurt'un unutmak, geride bırakmak istediği şeyleri anlamamıza yarayan teknik bir işaret olur.
Elisabeth, Profesör Seeband'ın önerisiyle kısırlaştırılır. Ardından bir gaz odasına ölüme gönderilir. Zaman geçer, II. Dünya Savaşı sona erer ve Doğu Almanya Sosyalist Rejimi kurulur. Kurt, genç ve yetenekli bir adam olarak sanat okulunda resim okumaya başlar. Yönetmenin ilk filminde de üzerinde durduğu "kısıtlanmış sanat" temasını burada da görürüz. Resim yalnızca sosyalist realizm ile sınırlandırılmıştır. Kurt çok başarılı bir ressam olmasına karşın bu "sınırlandırılmışlıktan" sıkılır ve eşiyle beraber Batı Almanya'ya kaçmaya karar verir. Sonrasında ise "Sanatçı, sanatı için neyden beslenir?" sorusuna cevap niteliğindeki sekanslar başlar.
Ancak bunlardan önce, Profesör Seeband'ın temsil ettiği toplumsal kesimi irdelemekte fayda var. Seeband, bir Nazi doktoru olarak, ülkenin en önde gelen jinekoloğudur. Seeband'ı bir terimle tanımlayacak olursak bu terim konformist olur. Konformistler, değişen siyasi konjonktüre göre pozisyon alan kişilerdir. Seeband da koyu bir Nazi'dir ve saf ırkı oluşturma görevi verilen Burghart Kroll'un sağ koludur. Naziler yenilgiye uğradıktan sonra Ruslara esir düşen Seeband, sorgu sırasında Kroll ile ilgili hiçbir bilgi vermeyerek rejime olan aidiyetini gösterir. Ancak Rus subay Murawjow'un bebeğinin doğumuna yardım etmesiyle kendini güvence altına alır ve sosyalist rejimde de saygınlığını kaybetmez. Peki konformistler neden tehlikelidir?
Öncelikle insanın aidiyet ihtiyacı ile başlayalım. İnsan, var oluşunu gerçekleştirdiği ve saygınlık kazandığı ortama büyük bir aidiyet besleme eğilimindedir. Özellikle siyasi bir aidiyet, zamanla yerini mantık dışı bir fanatizme bırakır. Gücün yanında yer almanın getirdiği avantajlar, tıpkı kuvvetli bir uyuşturucu gibi zihni sarar. Nihayetinde önemli olan şey aidiyetten çok kişisel kazançlardır. Ancak, yine de bir tarafa tutku derecesinde bağlı kişi, ortam ne kadar değişirse değişsin bu fanatiklikten kurtulamaz. Zaman içinde edindiği tecrübelerle bir bukalemunun özelliklerini barındırmaya başlar, böylelikle o insanların eski, kötü bir fikri bugüne getiren kişiler olduğunu düşünmek bile ihtimal dışında olur. Yani konformistler, toplumda çürümeye neden olan fikirlerin ve tarafların gen taşıyıcısı olarak değişen sosyolojik ortamda yerini alır. Tıpkı Seeband gibi. Seeband, günümüz Neo-Nazılerinin topraktan ansızın bitmediğini, Nazilerin yenilişinden beri var olduğunu ve uygun anı beklediğini bize şiddetle gösteren bir karakter. Özellikle Ari ırk istenci yüzünden kızının hayatını bile mahvetmesi bunun en büyük göstergesi. Almanya'da hâlâ gösterilerini sürdüren Neo-Nazilerin aslında kendiyle yüzleşmemiş Almanya'nın bir izdüşümü olduğunu anlamak işten bile değil. Özellikle geçmişi kabullenme ve bunu bir propaganda ve günah çıkarma olarak görmeden sunma konusundaki eksikliği hâlâ türlü ırkçılıkla yaşayan Almanya'nın fotoğrafı, Seeband karakteriyle çekilmiş oluyor. Yönetmen, geçmişin acısını kabullenmekte zorluk çeken bir karakterin hikâyesi olarak oluşturduğu filmin öyküsüne böylesine bir yan izlek ekleyerek, tematik tutarlılığını toplumsal bir sorunla da birleştirmiş oluyor.
Batı Almanya'da bir sanat okuluna kaydolan Kurt, burada daha önce hiç rastlamadığı sanat biçimi ve uygulamalarıyla karşılaşıyor. Bu okulun özelliği modern, özgün ve biricik sanat eserleri üretmeye çalışan öğrencilerle dolu olması. Kurt buradaki illüzyona kendini kaptırarak çok yetenekli olduğu resmi de bir kenara bırakarak heykel vb. yapıtlar ortaya koymaya çalışıyor. Okuldaki profesör Van Verten, Kurt'un verdiği bir cevaptan çok etkilenerek eserlerini ona göstermesini istiyor. Fakat sonuç hiç de Van Verten'in beklediği gibi olmuyor. Van Verten, yaşama karşı olan duyarlığının sebebinin savaş zamanlarından kalma bir anısıyla bağdaştırarak anlatırken, sanatın nasıl doğacağına dair izleyicilere ve pek tabii ki Kurt'a ilham veriyor.
Burada Kurt'un yaşadığı değişim ile Donnersmack'ın yaşadığı değişim birebir örtüşüyor. Tıpkı önce kendi yaşadığı yeri anlatıp başarılı olan, ardından Hollywood'a gidip özgünlüğünü kaybeden Donnersmack gibi Kurt da yeniden geçmişine dönüyor ve unutmak istedikleriyle yüzleşiyor. Bunun sonucunda filmin başından itibaren kullanılan bulanıklaştırma, Kurt'un resimlerinde tezahür ediyor. Çizdiği fotoğraf karelerini fırça darbeleriyle bulanık bir gözün görüşüyle resmeden Kurt, dilediğine ulaşıyor ve Proust'un dediği gibi geçmiş hiç ihtimal verilmeyen bir nesnenin içine gizlenmiş oluyor. Nitekim Kurt'un resimlerini tanıtan basın mensupları da bu resimlerde geçmişin gizli olduğunun farkına varamıyor. Özellikle Kurt'un ortaya bir şey koyamadığı anlarda eşinin hamile kalamaması, Kurt aradığına ulaştığında ise bir bebeğinin olması, sanatçının doğurganlığı veya kısırlığı üzerine anlamlı bir metafor sunuyor bize.
Peki geçmiş niçin böylesine önemli? Aristoteles, drama sanatının başyapıtı olan kitabı Poetika'da tragedyayı tasvir ederken onun hayatın taklidi olduğundan söz ediyor. Poetika, drama sanatı üzerine yazılmış olsa da, içinde diğer sanatların da tıpkı drama sanatı gibi taklitten ortaya çıktığını anlatıyor. İnsan olarak neyi taklit ederiz? Gördüklerimizi ve deneyimlediklerimizi. Deneyimlediklerimiz zaten geçmiştir. Peki 'şimdi' diye adlandırdığımız, geçmişin sallanan kuyruğunda gördüklerimiz? Burada Proust'un zamana bakışını ele alabiliriz. Özellikle Bergman'ın Wild Strawberries filminde oldukça etkileyici biçimde kullandığı 'bellek' kavramının da Proust'a dayandığını söyleyelim. Proust'a göre algı, belleği ortaya çıkarmak için insanın kullandığı bir araç. Bu fikri sanat çerçevesinde değerlendirdiğimizde, ilham dediğimiz şeyin, belleğimizde duran taklit edilecek anlar ve göstergeleri açığa çıkarmaya yarayan bir uyarıcı olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır; tıpkı Kurt'un yaşadığı gibi. Dolayısıyla 'şimdi', doğrudan geçmişle bağlantı kurmamıza yarayan ve sürekli geçmişe dönüşen bir 'şey.' Yani şimdi, daima geçmiş olmaya mahkumdur; tıpkı Prometheus'un sonsuza dek kayayı dağın en tepesine çıkarmaya mahkum olması gibi. Sanat eseri ancak geçmişin izi ve birikimiyle biricikleşebilir. Kendi gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, her iyi eser otobiyografiktir çünkü deneyimlenmiş olanın taklidinden doğar.
Yazının sonuna gelecek olursak; yönetmen Donnersmack, henüz yakın tarihte yaşadığı deneyimleri, Almanya'nın yaklaşık 70 yıldır yüzleşmeye çalıştığı bir sorunla birleştirerek gerçeği ve geçmişi kabullenmemizi öğütleyen oldukça başarılı bir filmi bize sunuyor. Kendi adıma önemli dersler çıkardığım bu filmi izlemeyenlerin mutlaka izlemesini, acının ve ıstırabın insanı iyi yönde nasıl değiştirdiğine şahit olmasını büyük bir şiddetle öneririm.
Yorum Bırakın