Serotonin ve Kortizol Arasında Gidip Gelmemizi Sağlayan 1994 Filmleri

Serotonin ve Kortizol Arasında Gidip Gelmemizi Sağlayan 1994 Filmleri
  • 2
    0
    0
    0
  • 1994... Pulp Fiction filminden Bebek Firarda filmine kadar uzanan bir serüven. Başarılarına başarı katmış onlarca yönetmen ve filmin yılı. Bizim için ilk beşi derledik, sizin için ilk beş hangileridir bilemeyiz ama hem size fikir olsun hem bizim sevdiklerimiz de sizin yanınızda kalsın diye bir yerden başlamak gerektiğini düşündük. Başlangıç çizginizde buradan olsun.

    1- Leon

    "Uyku umurumda değil Leon. Ben aşk istiyorum ya da ölüm."  Kafamızın içinde "sevgi neydi? Sevgi emekti." cümlesinin dolanıp durduğu harika bir film Leon, diğer bir adıyla Sevginin Gücü... Natalie Portman'ın 13 yaşındayken çekildiği ve başarı hayatının devamının gelmesini sağlayan ilk filmi. Filmin yönetmenliğini Luc Besson üstleniyor. Film 1994 yılında Fransa’da çekiliyor. Ana karakterler ise karşımıza Natalie Portman (Mathilda) ve Jean Reno (Leon) olarak çıkıyor. Leon'dan bahsetmek gerekirse, Mathilda sorunlu bir ailenin kız çocuğu, Leon ise tek yaşayan bir adam. Mathilda 13 yaşında olmasına rağmen Leon'a büyük bir ilgi duymaktadır. Leon’un sevgisi ile kendisine ilk defa iyi davranan, karşılıksız sevgi gösteren birine karşı duyulan sevgiden ibarettir. Bir gün hiç beklenmedik bir anda Mathilda bütün ailesini kaybeder ve geriye bir tek Leon kalır. Hayata tekrar bağlanma, sulanma, çiçeklenme evresini Leon ve Mathilda birlikte geçiriyor. Leon, bize bir sevginin nasıl her şeyin üstesinden geldiğini ve geride kalanlarla nasıl baştan yeşerildiğini anlatıyor. “Beni kaybetmeyeceksin, Mathilda. Bana yaşama zevki verdin. Mutlu olmak, yatakta uyumak, kök salmak istiyorum.”

    2- Pulp Fiction

    Quentin Tarantino’nun yönetmenliğini yaptığı, postmodern bir anlatıya sahip olan 1994 yapımı filmi Pulp Fiction. Hikâyesi, oyunculukları ve müzikleriyle kült olan yapım Cannes’da büyük ödül olan ‘Palme d’Or’a layık görüldükten sonra Oscar’a da 7 dalda aday olur. Aday olduğu kategorilerden “En İyi Senaryo” ödülünü kucakladıktan sonra adını günümüze kadar taşır. Film, içinde 3 ayrı hikâye ve kahramanları bir nokta da buluşturma kurgusunu uygulamıştır. Film yavaş bir anlatıya sahip olsa da, son saniyeye kadar bütün taşlar yerine oturmayıp her sorun çözümlenmediğinden çok sürükleyici devam ediyor. Filmde, Ringo (Tim Roth) ve Yolanda (Amanda Plummer) birbirine aşık küçük çaplı soyguncular; Vincent Vega (John Travolta) ve Jules Winnfield (Samuel L. Jackson), Marsellus Wallace (Ving Rhames) adına çalışan iki tetikçiyi konu alır. Marsellus, şehir dışındayken tetikçisi Vincent’tan karısı Mia Wallace’ı (Uma Thurman) bir gece dışarı çıkarıp eğlendirmesini ister. Aynı zamanda karanlık dünyanın patronu olan Marsellus, boksör Butch Coolidge’den (Bruce Willis) şike yapmasını ister. Butch, maç esnasında yenilgiyi kabul edemeyip kaçmaya başlar. Film, kendine bu yedi karakteri konu edinir. Tarantino, Pulp Fiction filminde biçim ve içeriğin uyumsuzluğunu ele alıp parçalı bir kurguyla filmini seyirciye sunuyor. Parçalı kurgu ile zaman ve mekan kavramlarını yok ederek geçmişle şimdiki zaman arasındaki sınırları kaldırıyor. Böylece postmodern sanatını en net şekilde önümüze getiriyor. Filmin en önemli özelliği parçalanmışlık duygusunun her zaman var olması oluyor. Tarantino, sunduğu parçalı kurgu ile gerçeklik algısına da eleştirel bir yaklaşım getiriyor. Postmodern anlatı, bütünü bir kenara bırakarak parçayla ilgilenir ve bu da gerçeklik algısının tamamen yok olmasına sebebiyet verir. Tarantino, Pulp Fiction ile postmodern anlatının üstadı olarak kabul gören David Lynch kadar iyi bir örnek sunuyor. En sonunda postmodernliği, doksanlar ruhunda ama altmışlar ruhunu tamamen yansıtan, olayları bize de yaşatan bir Tarantino eseriyle baş başa kalıyoruz.

    3- Forrest Gump

    Annem her zaman hayatın bir kutu çikolata gibi olduğunu söylerdi. İçinde ne olduğunu asla bilemezsin.” Winston Groom’un 1986 yılında aynı adla yayımlanmış olan romanından, 1994 yılında usta yönetmen Robert Zemeckis tarafından gösterime sunulmuştur. Forrest Gump, bir psikolojik bir analiz olarak karşımıza çıkıyor. Film, Akademi Ödüllerinde 13 dalda aday gösterilip altı ödülle törenden ayrılmıştır. Filmdeki tüm hikâye aslında okul servisinde tanıştığı Jenny’nin Forrest’a onu dövmek için gelen çocuklardan kaçması için söylediği Run Forrest Run demesiyle başlıyor. Film, Forrest'ın  IQ’su 75 seviyesinde olduğunu ve devlet okulunda bile okumaya yeterli zekaya sahip olmayan biri olduğunu tanıtarak başlıyor. Bütün hikâye Forrest'ın üzerinden ilerliyor. Forrest Gump genel olarak sınırlara, zihinsel işlevselliğe ve asperger sendromuna sahip bir çocuğun aşk, arkadaşlık ve annesi ile ilişkisini konu alıyor. Filmin anlatımı ayrıntılı, mizahi, soyut düşünce örnekleri ile dolu, rahat tavrı, girişkenliğ ve duygusal ifadeleri belirgindir. Biz de bütün duygusallığımızla filmi başlatıp bitiriyoruz. İzlemesi size kalmış sonra da burada buluşuyoruz.

    4- Lion King

    Mufasa ve Simba’nın krallıklarıyla, ailesel bağları ilgili duygusal hikâyesi 1994 yılında hayatımıza girdi. Aslan Kral, küçük prens Simba, taht hırsıyla gözü dönmüş amcası Scar’ın oyunlarına gelerek çok sevdiği babasını kaybettikten sonra bir daha krallığına geri dönememiş ve kendisini Hakuna Matata felsefesine adamıştı. Film, Kral Mufasa (James Earl Jones)’nın oğlu Simba (Donald Glover) halka bir sonraki varis olarak takdim ediliyor ancak bu durumdan Mufasa’nın erkek kardeşi ve hikâyenin kötüsü Scar (Chiwetel Ejiofor) hiç de hoşnut kalmıyor. Scar, dışlanmış diğer hayvanlarla anlaşarak Mufasa'nın yaşamına son veriyor, yerine Simba'nın çıkması gerekirken Scar onu yaşadığı yerden kaçırarak tahta geçiyor. Halk bundan ne kadar memnun olmasalar da, bu hayatı yaşamak zorunda olduklarının da farkındalardı fakat günün birinde Nala (Beyoncé Knowles-Carter) şehirden uzaklaşır ve farklı bir ormanda kendini ve Simba'yı bulur. İkisi de geri dönünce yatışan taht kavgaları yeniden alevlenir... Aslan Kral, "aa çok duygusal!" tepkisinin yanında bize "ya ne kadar acımasız!" cümlesini aynı anda kurdurabilecek sahnelere sahip. Bunun yanında Mufasa'nın göz alıcı fakat duygusuz biri olması, Simba'nın gösterişli ve gözü kara olması, annesinin ise filmin bazı yerlerinde yer alması filmin duygusunu tam olarak yansıtamamasını sağlamış. Aslan Kral, 25 yıl önce hayatlarımıza girmiş, anlattığı baba oğul ilişkisi, arkadaşlık hikâyesi ve sempatik karakterlerinin oluşturduğu hayali dünyasıyla kalplerimizi kazanmış bir hikâye.

    5- Three Colors: Red

    1996 yılında kaybettiğimiz Polonyalı yönetmen Krzysztof Kieslowski'nin son filmi Red. Film, ona Oscar ödüllerinde "En iyi Yönetmen" ve E"n İyi Senaryo" (Krzysztof Piesiewicz ile birlikte) adaylıkları getirdi. Kieslowski’nin bu üçlemesi, Fransa’nın bayrağındaki renklerin anlamlarından yola çıkılarak Avrupa insanına ve özellikle Fransa halkına, Avrupa’nın birleşmesi sonucu yönetmenlerin sinemadaki fikir yansımalarına birer ayna niteliğinde. Mavi özgürlüğü, beyaz eşitliği, kırmızı ise kardeşliği simgeler Fransa bayrağında. Avrupa Birliği’nin temellerinin atılmasıyla yönetmenlere yeni bir malzeme konusunun çıkması üzerine Kieslowski de birlik üzerindeki iki halktan yola çıkarak bu kavramları ele almış. Trajik bir trafik kazası sonrası dünyaca ünlü besteci olan kocasını ve kızını kaybeden Julie’nin (Juliette Binoche) hikâyesini izlediğimiz Blue, üçlemenin ilk filmi. Üçlemenin ikinci filmi White’da kendini biraz daha mizahi bir dile bırakıyor. Duyguları sömürmekten uzak olan White, Fransız bayrağının renklerinden biri ve eşitliği simgeliyor. White, eşitlik kavramını oldukça trajikomik bir perspektiften anlatıyor. Filmin son serisi olan Red, bayrağın son renginin anlamı olan kardeşlik üzerine kurulu olduğu söylenir. Gerek oyunculukları, gerekse teknik yönleri (özellikle müzikleri) açısından tam anlamıyla bir başyapıt sıfatına nail olan Red’de, Kieslowski Avrupa insanına bakış açısını sürdürmeye devam ediyor. Üç Renk Üçlemesi, incelemesi oldukça zahmetli ve zaman gerektiren bir seri. İnsan ilişkileri, aldatılmak, sevgi, yalnızlık, ruhsal determinizm gibi konuları sonuna kadar kucaklayan bir film ve Kieslowski'den de kalan son hatıra...    

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.