Tarkovksy'nin Benliğimize Açtığı Kapı: Stalker (1979)

Tarkovksy'nin Benliğimize Açtığı Kapı: Stalker (1979)
  • 1
    0
    0
    0
  • Boris ve Arkady Strugatsky Kardeşler, hâlen Rus edebiyatının gelmiş geçmiş en iyi bilim-kurgu yazarları arasında gösteriliyor. Onların yakalamış olduğu mizahi ve felsefi dil, onlardan sonra gelen yazarlara ilham olduğu kadar, Rusya'nın belki de en kendine has yönetmeni Andrei Tarkovsky'yi de etkisi altına almayı başarmıştır. İnsanın anlam ve arzu arayışını kendilerine has üsluplarıyla anlattıkları Uzayda Piknik adlı romanları, insan ruhunu derinlemesine incelerken aynı zamanda keyifli bir okuma deneyimi de sunuyordu. Ancak kitabın özü, kolayca sindirilebilecek veya anlamlandırılabilecek bir fikre sahip değildi. Usta yönetmen Tarkovsky, bu romanın özünü kavramakta hiç zorluk çekmedi. Çünkü, yaşam içindeki felsefi derdi de tam olarak buydu: arzuladıklarımız, gerçek arzularımız mı? Yaşamını ve sanatını bu düşünceyi temellendirmek uğruna tüketen Tarkovsky, 1979 yılında, kişiyi kendi iç dünyasıyla baş başa bırakan hediyesini, Stalker'ı meydana getirdi ve tüm insanlığı arzularını, dolayısıyla da kendini sorgulamaya itti. Stalker, bir İzsürücü'nün, bir Yazar ve Bilim Adamı'nı, Zona denen yerdeki odaya götürme macerasını anlatıyor. Zona, dünyaya düşen bir meteor sonucu oluşan, doğaüstü ve tehlikeli bir yer olmasına karşın, Zona'da bulunan oda, insanlara yüreklerindeki gerçek arzuyu gerçekleştirme vaadi sunuyor. Aslında oda oldukça suskun, kimseye bir şey söylemeyen bir yapıyken, insanlar onun olağanüstülüğüne kendilerini kaptırıyorlar. Nitekim kaptırmamaları da mümkün değil; zira Zona'dan sağ salim dönen herkes isteğiyle ödüllendiriliyor. Yani Tanrı sanki o odada saklanıyor. Stalker filmini tümüyle bir metafor olarak adlandırmanın yanlış olmayacağı kanaatindeyim. Özellikle filmde seçilen karakterler, İzsürücü, Yazar ile Bilim Adamı; din, bilim ve edebiyat arasındaki geçişkenlik ve çatışmayı iki saat kırk dakika boyunca bizlere sunuyor. İzsürücü karakterini bir peygamber yahut elçi olarak ele almak doğru olacaktır. İzsürücü ruhen kendini Zona'ya teslim etmiş, sorgulamayan ve inancı doğrultusunda yaşayan bir karakterken, Bilim Adamı müspet olanın peşinden giden, Yazar ise duygusal-felsefi çalkantıları olan karakterlerdir. Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman adlı kitabında ''Herkes, maddi ilerlemenin insana mutluluk getirmeyeceğini biliyor. Gene de çılgınlar gibi onun 'kazançları'nı artırmaya çalışıyoruz.'' diyor. Bu cümle, filmde adeta karakterler üzerinde tezahür ediyor. İzsürücü, manevi tatmin duygusuyla yaşadığı için mutsuzluk nedir bilmezken Bilim Adamı ve Yazar, onlara statü ve para kazandıracak maddi hedefler için odaya gitmeye çalışıyor. Ancak içlerindeki huzursuzluk, yol boyunca artıyor ve onları derin bir sorgulamaya itiyor. Filmin ilk bölümünden başlayacak olursak; post-apokaliptik bir dünya bizi karşılıyor. Her şeyin değerini yitirdiği bu dünyaya fakirlik, düzensizlik ve kaos hakim. Yönetmen, maddi dünyanın bu çirkinliğini yıkık sanayi bölgeleri, insana bulaşan çamur ve siyah-beyaz/sepya renklerle seyirciye aktarma yolunu seçmiş. Karakterler Zona'ya ulaşana değin karşımızda olan bu atmosfer, dünyanın geleceğine dair bir perspektif de sunuyor. Dünyanın insana verebileceği şeylerin git gide tükenmesi, insanları da mucize ve doğaüstülük arayışına itiyor. Bu durumu da post-modernizmin yükselişiyle bağdaştırabiliriz. Karakterler, Zona'ya yolculuk ederken yakalanma ve ölüm tehlikesi dahi geçirmesine rağmen geri dönmeyi düşünmüyor. Bu durum her ne kadar olumlu biçimde 'her şeyi göze almak' olarak isimlendirilebilecek olsa da, kişinin istediği şeyler uğruna ne kadar körleştiğini de bize anlatıyor. Zona'ya geldiklerinde ise film renkleniyor. Sisli ve yemyeşil bir arazi karakterleri karşılıyor. Filmin bu bölümünü tasavvufi bir terimle 'tekamül yolu' olarak adlandırabiliriz. Nitekim bu bölümde karşımıza çıkan her şey bizi inanç ve teslimiyet kavramlarını sorgulamaya itiyor. Zona'da geçirilen vakitte benim en çok dikkatimi çeken karakter elbette İzsürücü oldu. Maddi yaşamda aidiyet sorunu çeken İzsürücü, Zona'ya geldiğinde sonsuz bir huzurla doluyor. Aslında bu hepimizin sorgulaması gereken bir nokta. Yaşamda, oradan oraya savrulurken yahut olduğumuz yerde dururken, üzerinde olduğumuz noktanın veya çizginin bize ait olmadığı hissiyle yanıp tutuştuğumuz anlar olur. Öyle ki, bu yabancılık hissi çok zaman bizi ele geçirir, bizi kendimiz olmaktan uzaklaştırır, benliğimize zor kullanarak ona yeni ancak kimliğimize uymayan bir şekil verir. Ait olduğumuz yeri aramak ile kendimizi aramak böylelikle birbirine geçer, karışır ve tek başına tanımlanamaz bir hâl alır. Nihayetinde ait olduğumuz yerde bulunsak dahi, kendimizin ne derece değiştiğini fark edemediğimiz için daima olmamız gereken yeri bir tür sürgün olarak görürüz; kendimizi bulduğumuzda ise bu kez olmak istediğimiz yeri kaybederiz. Ancak ait olmak ile kendimiz olmanın kesiştiği bir uzam bulduğumuzda mutlu olmaya bir nebze yakınlaşırız; yalnızca yakınlaşırız çünkü o kesişim noktası, mutlu olmaya giden patikanın henüz ilk adımıdır. Ama bu noktaya erişmek kolay değildir, aksine uzun ve umutsuz bir düşünsel bekleyişle gerçekleşebilir; dururken daima ilerlemek gibi. Tarkovsky bu hissi şöyle tanımlıyor: ''Ben hayatım boyunca hep bir şeyleri bekleyip durdum. Bütün hayatım boyunca sanki tren istasyonunda bekler gibiydim. Bütün bu zaman boyunca sanki yaşadığım hayat gerçek değil de bir tür bekleyişti.'' "Bölge, bir sürü tuzaktan oluşan karmaşık bir sistemdir. Ve hepsi de ölümcüldür. Burada insanlar olmayınca neler olduğunu bilmiyorum. Ama insanlar burada görünür görünmez her şey hareket etmeye başlıyor. Eski tuzaklar yok olup yerine yenileri geliyor. Güvenli alanlar geçit vermez yerlere dönüşüyor. Artık sizin yolunuz kolay, şimdi umutsuzca bu işe bulaştık. Bölge, budur. Her an yeniden değişebilir. Ama bu da bizim, kendi şartlanmalarımızla yarattığımız bir şeydir." İzsürücü, Yazar ve Bilim Adamı'na Zona'yı böyle tanıtıyor. Odaya gitmenin ise tek bir yolu var: bir kumaşa somun sarmak ve onu ileriye doğru atmak, kumaş nereye düşerse oraya yol almak. Burada tekamül sürecinde, teslimiyet olgusunun önemi çok basit bir metaforla sergilenmiş oluyor. Teslimiyeti dini olarak ele aldığımızda, Tanrı'ya ulaşmak için egolardan arınmak olarak tanımlayabiliriz. Daha var oluşçu bir tanımlama yapmamız gerektiğinde de ise, kendimize giden yol kendimizi unutmaktan geçer şeklinde sözcüklendirebiliriz. Bu iki tanımı da göz önüne aldığımızda, arzularımızı keşfetmenin yolunun egomuzdan sıyrılmak ve zayıflıklarımızın, komplekslerimizin, takıntılarımızın pençesinden kurtulmak olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim, oda hemen karşılarında durduğunda, kısa yoldan oraya ulaşmak isteyen Bilim Adamı, henüz hazır olmadığı için korkusuna kapılıp geri döner. Oda, insanın kendiyle yüzleştiği aynadır ve insan kendiyle yüzleşmekten daima korkar, kendine yalanlar uydurur. Herkes kendinin körüdür. Benlik, kendimize baktığımızda bizden saklanır ya da şekil değiştirir, uzun sivri dişlerini söker, yerine bebek dişlerini çıkarır, kirli yüzünü engin denizlerde yıkar, kötülüğünü karanlığa akıtır; karşımıza yeni doğmuş bir orman gibi tehditsiz çıkıverir. Yalnızca korku onun güzellik pelerinini kaldırır, eksiklerini gösterir. İnsan, sonunda ona gerçekten zarar verebilecek veya korkutabilecek bir şeyle karşılaştığında gerçek anlamda kendinden şüphe duyar, sadece o an benliğiyle olması gerektiği şekilde göz göze gelir. Filmin, en önemli sahnelerinden biri de İzsürücü'nün uykuya daldığı, rüya gördüğü sahnedir. Rüya sekansı, sepya bir renkle karşımıza çıkar. Bu rüya anı, maddi yaşamın izlerini görmeye dair bir süreçtir. Sahnede, kamera bir su birikintisini uzun uzun tarar. Birikintinin içinde insanı manen kirleten para, hastalık vb. şeylerle ilgili bolca metafor vardır. Maddi dünyanın materyalleri suyu bulandırmıştır. Kamera suyun üzerinde ilerlerken bir kadın sesi şunları söyler, "Ve büyük bir deprem oldu. Ve güneş kıllı bir çuval gibi karardı. Ve ay kan gibi oldu… Ve gökyüzünün yıldızları dünyaya düştü, güçlü bir rüzgârla sallandığında ham incirlerini fırlatan bir incir ağacı gibi. Ve gökyüzü ayrıldı, sarılan bir parşömen tomarı gibi. Ve bütün dağlar ve adalar yerlerinden oynadı. Ve dünyanın kralları, büyük adamlar zenginler ve generaller ve güçlüler ve her özgür adam, kendini mağaralara ve dağların kayalarının arkasına sakladı ve dağlara ve kayalara dediler ki, üstümüze düşün… Ve bizi tahtında oturan O’nun görüşünden saklayın ve Kuzu’nun gazabından. Çünkü O’nun büyük gazap günü geldi, ve kim dayanabilecek? İkisi… Bir köye gidiyorlardı, 60 stadia uzaklıktaki… Adı… Ve tüm bunlar hakkında sohbet ediyorlardı. Ve onlar sohbet ederlerken… Kendisi yaklaştı, onlarla yolculuk etmeye başladı. Ama onların gözleri O’nu hatırlamadılar. Ve O, onlara dedi ki: 'Değiş tokuş edip durduğunuz bu sözcükler ne… …ve neden üzgünsünüz?" Bu duyduklarımız, Vahiy Kitabı'ndan ayetlerdir ve kıyamet üzerine betimlemeler içerir. Filmin post-apokaliptik yapısını da düşününce, bunlar, Stalker filminin evreninde, geçmişte olanların ve insanları bu mucize arayışına iten olayların bir rüya hâlinde seyirciye aktarılması olabilir. Ancak İzsürücü, Zona'da uyuyakaldığında belki de gerçek yaşama dönüyordu yahut gerçek yaşamdaki uyku ve rüya, Zona'da geçen zamandı. Bilinçaltının gizemini göz önüne alacak olursak ve rüyalarda benliğimizle doğrudan iletişim kurduğumuzu, anlam arayışımıza katkı sağladığını varsayarsak, odaya giden bu yol, aslında bir düş yolculuğu olabilir. Yani insan, en derinlerindeki arzuyu bulmak için uykuya yatmış ve uykusunda kendini aramıştır. Kendini ararken de ruhun iki ayrı ucu olan mantık ve duygusallık, inanca dost olmuş ve tekamül yolculuğundaki teslisi inşa etmiştir. Filmin sonuna doğru ise, yola çıktıklarında ne istediğinden oldukça emin olan Yazar ve Bilim Adamı gittikçe şüpheye düşmüştür, ve istek ile ilgili sorgulamalara girişirler. Bu sorgulamalar entelektüel temelde ortaya çıkar ve her şeyin açıklanmaya çalışması üzerine büyüyü bozan bir etki üzerine yoğunlaşır. Özellikle yaptıkları bir konuşma, arzunun bilinmezliğini ortaya koyar. Bilemiyor, niteleyemiyor olmaları, odanın gerçekliğinden şüphe etmelerine sebep olur. "Ne istediğimi ifade etmek için doğru sözcüğü nasıl bilebilirim? İstediğim şeyi, aslında istemediğimi nasıl bilebilirim? Ya da istemediğim şeyi istemediğimi? Bunlar anlaşılması zor şeyler. Onları adlandırdığımız an, güneşte kalan bir deniz anası gibi erir, çözülür, ve anlamları kaybolur. Bilincim, dünyayı kendi tarafına çekmek için vejeteryan olmak istiyor. Ve bilinçaltım bir parça et için çıldırıyor. Peki ben ne istiyorum? Dünya egemenliği mi?" Daha önce Zona'ya gelmiş, odaya ulaşmış bir adamın çocuğu hastadır. Odadan çocuğunun iyileşmesini ister. Zona'dan çıktığında ise zengin olur ancak çocuğu hayatını kaybeder. Karakterler burada dilemmaya düşerler. Odanın kapısına kadar geldiklerinde içeri girip girmemekte tereddüt ederler. Çünkü odadan ne istediklerinin bir anlamı yoktur, gerçekleşecek olan yüreklerindeki gerçek arzudur. Oysa o arzunun ne olduğundan bihaberdirler. "Ben senin Oda'na girmeyeceğim. Kendi içimdeki pisliğin başka birinin başına dert olmasını istemiyorum. Seninkine bile. Ben Kirpi gibi boynumu ilmeğe geçirmeyeceğim. Bunun yerine evimde, huzurla, ölene kadar içmeyi tercih ederim. Bölge'ye hep benim gibi insanları getiriyorsan, insanoğlu hakkında hiçbir şey bilmiyorsun demektir, izci. Ve bir şey daha. Bu mucizenin gerçekten de olduğunu sen nereden biliyorsun? Burada gerçekten de tüm dileklerin gerçekleştiğini sana kim söyledi? Hayatında, buranın mutlu ettiği tek bir insan bile gördün mü?" İzsürücü, evine döndüğünde korkusu yeniden Zona'ya gidemeyecek olmasından ileri gelir. "Kendilerini entelektüel sanıyorlar, bu yazar ve bilim adamları! … bir amaç için doğduklarını ve talep edildiklerini sanırlar! … böyle insanlar bir şeye inanabilir mi?" Mutsuz evliliği ve çocuğu Monkey... Çünkü İzsürücüler lanetlenmiştir ve çocukları engelli doğar. Ancak Monkey, gerçek mucize ile doğmuştur. Nesneleri hareket ettirebilen, belki de arzusuna kavuşmuş sessiz bir kız çocuğudur. Babasının günahlarını çekerek doğmuş ve acısı daim olan, yaşam boyu eksikliği sürecek olan bir bedene hapsolmuştur. Bu eksik beden, onu tekamül ettirmiş, doğaüstü olana kavuşmuştur. Son planda Monkey, bardakları hareket ettirir. Kırmızı sıvı dolu bardak Bilim Adamı'nı, içinde garip maddeler olan kavanoz Yazar'ı, boş bardak ise İzsürücü'nün temsilidir. Üçü de hareket hâlinde olmasına rağmen en son hareket etmeye başlayan boş bardak yere düşer. İzsürücü amacını kaybeder. Stalker, pozitivizmin ve sahte entelektüelliğin tam karşısında duran ve eleştirisini poetik bir yolla yaparken insanın kendi bilincine yolculuk etmesini sağlayan eşsiz bir deneyim. Kamerayı bir hayalet gibi gezdiren Tarkovsky, bize, dünyanın bu ilginçlikten yoksun gerçekliğinden kurtarmak için yeni bir kapı açarak, hâlâ mucizelerin olabileceğine dair inançlarımızı bileyliyor.

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.