İKSV tarafından 10-21 Nisan 2020 tarihleri arasında düzenlenmesi planlanan 39. İstanbul Film Festivali’nin, COVID-19 salgınından dolayı yıl içinde ileri bir tarihe ertelenmesine karar verilmişti. 39. İstanbul Film Festivali’nin sponsoru olan MUBI, İstanbul Film Festivali işbirliğiyle festivalin ödüllü filmlerinden oluşan bir seçkiyi aynı tarihlerde sinemaseverlerle buluşturmayı sürdürüyor.
Son dönemlerde özellikle Norveç yapımı filmlerin, yalın ve çabasız anlatımları festivallerin gözdesi hâline geldi. Oslo, 31. august filmi de bunlardan birisiydi. Norveç yapımı olan film, yalnızca İstanbul Film Festivali özelinde değil, başta Cannes Film Festivali, Sundance Film Festivali ve Toronto International Film Festivali olmak üzere daha birçok festivalden beğeni toplayarak ayrılmış bir yapım olduğunu söylemek mümkün.
Pierre Drieu La Rochelle'in "Le feu follet" adlı romanından serbestçe uyarlanan filmin hikâyesi, 10 aydır rehabilitasyon merkezinde tedavi altında olan Anders’in, hem iş başvurusu hemde yakınlarını görmek amacıyla çocukluğunun geçtiği Oslo'ya dönmesini ve burada geçirdiği bir gününü anlatıyor.
Anders'i herhangi bir şeyle bağ kurmaya çalıştığını filmin başlarında gözlemleyebiliriz. Anlatılan hikâye düşünüldüğünde klişelerle dolu olması beklenebilir. Ne var ki, filmin yönetmeni Joachim Trier'in, benzer temaları beyaz perdeye uyarlama alışkanlığı, filmin klişelere kapılıp gitmesinin önüne geçtiği söylenebilir.
Anders'in gezisi boyunca bir sonraki durağının neresi olacağı ve orada onu nelerin beklediğine ilişkin belirsizlik, yuvaya dönüş hissini en yoğun biçimde hissetmenize neden oluyor. Film, bir yandan nostalji diğer bir yandan melankoli arasında sıkışıp kaldığınızı düşündürmeden, tercihini açılışta belli ediyor.
Şehre dönüşünün ilk durağında, erkek kardeşi Thomas'ı ziyaret eden Anders'in mantıksal düşüncelerine en çok bu sekanslar boyunca tanık oluyoruz. Anders'in, Thomas tarafından onay beklemekten ziyade, bir nebze de olsa, onu anlamasını beklediği düşünülebilir. Thomas'ın geçmişte kendisine söylediği "Yaşamını mahvetmek isteyen birine toplum engel olmamalıdır." sözünü hatırlatan Anders'in anlaşılma çabasının, kifayetsiz kaldığı hissiyatını hissetmemek oldukça zor görünüyor.
Anders iş görüşmesinde, çabalamaya dair cesaretinin dahi kırıldığını bir defa daha fark ediyor. Burada yaşadığı kırılma, filmin geri kalanı boyunca, 'bağ kurma' uğraşlarını yoğunlaştırmasına neden oluyor denilebilir. Çocukluğunun geçtiği şehrin sokaklarında geziyor, kafede oturup insanları dinliyor. Ablası ile iletişime geçememesinin ardından, eski sevgilisine ulaşmaya çalışıyor. Gece gittiği doğum günü partisinde ve sonrasında gecenin devamı boyunca, tüm bu uğraşların Anders ile birlikte izleyici olarak sizi de zorladığını fark ediyorsunuz.
Anders içinde bulunduğu durumu ve genel olarak bütün bu süreci iyi değerlendiremeyecek birisi değil. Toplumdan izole edilme paranoyasını değerlendirme biçimini bile ebeveynleri ile ilgili düşüncelerinden bahsederken görmek mümkün. Ne yazık ki, 30'lu yaş bunalımı ve bağ kuramama sorunları onu, geri dönülemez noktalara varıncaya değin tüketiyor. Yazın bitiminde sabaha karşı, havuzun kenarında Anders ile bu hüznü paylaşıyoruz. Filmin tüm bu unsurları oldukça yalın bir anlatımla yansıttığı söylenebilir. Özellikle diyalog ekseninde ele alındığında, oldukça başarılı bir film ile karşı karşıya olduğumuzu vurgulamak gerekir. Finalde Oslo yeni bir güne uyanmış, boş bir bank, kimsenin olmadığı bir havuz ve sessiz bir piyano, sükûnet hâkim...
Yorum Bırakın