Sevgi çok büyük bir duygu. Sevince her şeyi göze alırız. Aşık oluruz ve gözümüz ondan başkasını görmez. Aşk, sadece iki insan arasında yaşanmaz elbet. Her şeye aşık olabiliriz; onları arzularız, çok ama çok isteriz. Bunların tamamı Ahmet Uluçay’ın sinemaya duyduğu tutkunun yarısı kadar eder ancak. Kütahya’nın Tepecik Köyü'nde dünyaya gelen Uluçay, engelli doğduğu için babası tarafından hep ötekileştirilmenin acısını yaşamış yüreğinde. Küçüklüğünden beri fotoğraflara ayrı bir ilgisi varmış. Çevresine "Bi de şunlar gımıldayıverse" dermiş hep. Okula gittiği bir gün, karşısında sinema cihazını görür. Kendisine Metin Erksan’ın "Kuyu" filmi izletilir ve hayretler içine düşer. Uluçay'ın hayali gerçekleşmiş, o anları "resimler gımıldayıp duru" şeklinde dile getirmiştir. Bu anısını yıllar sonra anlatırken şunları da ekler: "Lumiere Kardeşler sinemayı keşfetmeseydi mutlaka bizim köyde keşfedilirdi." Bunu söylemesinin bir anlamı var elbette. Resimleri kımıldatan aleti gördükten sonra, yakın arkadaşı olan İsmail Mutlu ile birlikte sinema cihazı yapmaya karar verirler ve yaparlar. Hatta yapmakla kalmaz, kasabadan getirdikleri filmleri, cihazı yaptıkları ahırda köylülere izletirler. Yaptıkları cihaz yetmez onlara ve bir arkadaşlarının tavsiyesi ile film çekmeye başlarlar. Engels’in "İhtiyaç, keşfin anasıdır." sözünü doğrulayacak bir mücadele vermiştir yönetmen Ahmet Uluçay…‘’Selam sana sinemam, benim koca sevdam! ‘’


SİNEMA İÇİN BUNCA ACIYA DEĞER Mİ?
"Çiğnediğim, saygısızlık ettiğim, sevgisine karşılık veremediğim, istemeyerek de olsa selamını yarım ağızla aldığım birisinden beni bağışlamasını istemek fırsatını bulamazsam eğer..."
"Nuri Bilge benim hep şikayet ettiğimi söylüyor. Benim bir günlük yaşamımı öğleye kadar götürebilecek mi bakalım?"
"Bej renkli pantolonumun fermuarı bozuldu. Yolculukta en korktuğum şeydir bu… Ceketimi çıkarıp sürekli kucağımda tutup durdum, bozuk fermuarım görünmesin diye."
"Gerçekten insanın başının üstünde akmayan bir damın bulunması öyle ucuz mutluluk değil. Bunun kıymeti bilinmeli."
"Havalar olabildiğine soğudu. Artık kollarımı yorganın dışında tutamadığım için kitap da okuyamıyorum. Kendimi bildim bileli şöyle sıcacık odalarda yaşayamadım. Pencerelere ihmal etmeyip naylon raptiyelemeliyim. Oda çift cam takılı gibi sıcacık oluyormuş."
"Tarkovsky’nin İtalyası, İsveç’i vardı dedim İdris’e, benim kimim var?"
"Ezel Akay’a telefon ettim. ‘Çerçeveyi (mikrofon gibi) yabancı cisimlerden nasıl temizleriz’ diye sordum. Vereceği cevabı biliyordum aslında. İçim rahatlasın istedim. Beş dakika sonra seni arayacağım dedi, aramadı."
"İlker’le konuştum. Fransa’ya gidecekti, gitmemiş. Yani, Bilge’yle çalışmıyor. Hiç şaşırmadım. Çalışsaydı şaşırırdım zaten. Bu adamlara asla güven olmaz. Mayıs Sıkıntısı’ndan sonra benden temelli uzaklaştı. Senaryoya olan katkımı unutmuş görünüyor. Hatırlamasına da ihtiyacım yok zaten. Hatırlaması bana sıkıntı verirdi."
"Yaşadığım yoksulluk utanç verici. Ayşe’den, çocuklardan ve bütün köyden utanıyorum. Bu yaşam katlanılır değil. Bu yaşam, insanı her aşamada rencide ediyor. Onca beceriksiz ve sümüklü insan, çoluk çocuğuyla hovardaca bir lüks içinde yaşıyor. Bu düzeni asla affetmeyeceğim. Bu ülkede, bu koşullarda yaşamak ağrıma gidiyor."
"Sinema, işte bu insanlarla dolu. Üretmeyen, üretemeyen, yalnızca üten, tek yeteneği bu olan… Yalnızca sinema mı, tüm ülke, kıllarının arasında bit, pire ve kene barındıran köpek sırtı gibi. Bu ülke yalnızca parazitler için mümbit, üretenler içinse yer demir gök bakır."
KAYNAKÇA: Ahmet Uluçay (2018) ''Sinema İçin Bunca Acıya Değer mi? '' , İstanbul, Küre Yayınları 1 , " target="_blank" rel="noopener">2
Yorum Bırakın