Usta yönetmen Martin Scorsese'ın 2010 yapımı olan filmi, Dennis Lehane'nın aynı adlı romanından sinemaya uyarlanmıştır. Filmin başrollerinde Leonardo Dicaprio, Ben Kingsley ve Mark Ruffalo yer almaktadır.
1954 yılında, Teddy Daniels ve Chuck Aule adlı iki polis memurunun, akıl hastası suçluların tutulduğu Zindan Adası'na, kaybolan bir hasta olan Rachel Solando'yu bulmak için gitmeleri ile beraber film açılışını yapar.
Teddy Daniels ve ortağı Chuck Aule'nin başlattığı soruşturma boyunca yönetmen izleyicilerin birçok şeyden kuşku duymasını sağlar. Soruşturma boyunca size bir labirentin içine hapsedilmişçesine sunulanlar içinde gerçeği ararsınız. Yönetmen, izleyiciye ne düşündürmek istiyorsa filmin sonuna kadar bunu başarırken, film boyunca sizi bir noktadan tam zıddı olan bir başka noktaya götürür ve siz filmin başında ikna olduğunuz şeyden bir süre sonra vazgeçer ve yönetmenin size sunduğu diğer hakikate inanmış bulursunuz kendinizi. Öyle ki filmin sonunda aklınızdan şöyle bir şey dahi geçebilir: Teddy ve bizi olmayan bir gerçeğe inandırdı belki de.
Film, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların esir aldıkları insanlara ve Sovyet Rusya'nın da rejim karşıtlarına uyguladığı söylenen ve işkenceye dönüşen deneylerin, Amerika'da da akıl hastalarına uygulandığını anlatır. Hikaye, özellikle bu deneylerin psikolojik düzeyde uygulanan aşamasında geçer. Dikkat çekici kısmı ve belki de hikayeyi oluşturan da, geçmişte insanlara Paranoid Şizofreni teşhisi konularak akıl hastanelerine kapatılmış olmalarıdır. Filmin hikayesini oluşturan da aslında Paranoid Şizofreni denilen bu hastalıktır. Paranoid Şizofreni, teşhisi oldukça zor bir rahatsızlıktır ve bu hastalıkta olan insanları normal insanlardan ayırmak güçtür. Ama aynı zamanda Paranoid Şizofreni teşhisi konulmuş bir hastanın da aksi olduğunu ispatlaması güçtür. Film, bu fikirden beslenir ve siz filmi izlerken kendinizi şu soruyu sorarken bulursunuz: "Eğer bir gün herkes bana deli olduğumu ve söylediğim gerçeklerin aslında var olmadığını söylerse, beni ikna edebilirler mi?". Düşünün ki, sizin dışınızda herkes anlattıklarınızın asla gerçekleşmediğini söylemiş olsun. O halde hakikati söyleyen siz mi yoksa onlar mıdır? Burada yazılanlardan bu cevabı vermek kolay ama filmi izlediğinizde, yönetmenin size sunduğu dünyada hakikat ne, yalan söyleyen kim ve siz olsanız hangisine ikna olurdunuz soruları arasında hapsolurken, filmin sonunda dahi bu sorulara cevap bulamıyorsunuz. Yönetmen, filmin başından itibaren size ipuçları vermiş olsa dahi, filmin şüpheci anlatımı size, filmin sonunda da acaba dedirtmeyi başarıyor.
Martin Scorsese'ın filmlerindeki akıcı kurgu anlayışı ve anlatımındaki dirilik, sizi kolayca etkisi altına alır. Bu filmde de asla filmi sonra tamamlarım diyemiyorsunuz. Filmin içine sizi hapseden yönetmen, ekran karanlığa çalana kadar sizi bırakmıyor. Sürekli herkesten ve her şeyden şüphe duyduran film, bugünlerde insanımızın çoğuna kazandırılan bu duyguya hakim süregeliyor. Öyle ki o kadar kanıt varken dahi filmin sonunda siz yine de hakikat bu muydu, yoksa bizi olmayan bir gerçeğe ikna mı ettiler şüphenizi sürdürüyorsunuz. Rüya ile gerçeğin birbirine girdiği film, bütün bu anlam bulanıklığına rağmen kusursuz bir senaryo matematiği ile hikayesini ve anlatmak istediklerini başarıyla izleyiciye sunuyor.
IMDB Top 250'de 172. sırada bulunan filmin birçok ödülü bulunuyor.


Yorum Bırakın