Günümüz sinema kültürünün en büyük mimarlarından olan ve şu sıralar yeni filmi Once Upon a Time in Hollywood ile adından söz ettirmeye devam eden usta yönetmen Quentin Tarantino hakkında -olumlu veya olumsuz- her gün konuşmayı sürdürüyoruz. Brad Pitt, Leonardo DiCaprio ve Margot Robbie ile birlikte katıldığı programlarda konuyu dönüp dolaşıp True Romance filmine getiren Tarantino’nun, bu filmi kariyerinde çok ayrı bir yere koyduğu aşikar. Filmografisini birbirinden bağımsız düşünemeyeceğimiz, kendi sinematik evreninde yaşayan ünlü yönetmen için her şeyin başladığı yerlerden biriydi True Romance. Kung Fu’ya, Western kültürüne, çizgi romanlara ve aksiyona fazlasıyla düşkün olduğunu bildiğimiz Tarantino, kendisine gelen “Aşk filmi yazmayacak mısınız” sorularının cevabını 1993 yılında vermişti diyebiliriz.
2012 yılında kaybettiğimiz başarılı yönetmen Tony Scott, Reservoir Dogs ve True Romance filmlerinin senaryolarıyla buluştuktan sonra, çekeceği filmlerin maddi boyutunda ciddi sorunlar yaşayan Tarantino’dan True Romance’i alarak filmin yönetmenlik koltuğuna oturmuş oldu. Detroit’te bir çizgi roman dükkanında çalışan, kung fu filmleri ve Elvis Presley hayranı popüler kültür geek’i Clarence (Christian Slater), her doğum gününde yaptığı gibi yine sinemaya gider. Sinema salonunda tanıştığı enerjik ve fazlasıyla geveze Alabama (Patricia Arquette) ile neredeyse sihirli bir bağ kuran Clarence, evine davet etmekten hiç çekinmediği Alabama’ya çoktan aşık olmuştur. Günün sonunda Alabama, Clarence’a onu mutlu etmek için tutulan bir tele-kız olduğunu itiraf eder ama hızına yetişemediğimiz bu aşk hikâyesinin karşılıksız olmadığını öğreniriz. Alabama, işini bırakmaya ve Clarence ile yeni bir hayat kurmaya hazırdır. Hiç vakit kaybetmeden evlenen çiftimizin mutluluğunda küçük bir pürüz vardır: Alabama’nın eşyaları hala patronu Drexl (Gary Oldman)’in mekânındadır. Clarence, onunla yüzleşmemeyi kendine yediremez. Film boyunca onun iç sesi ve mentoru olarak gördüğümüz, Val Kilmer’ın canlandırdığı Elvis hayaletinin de gazıyla gözünü karartan Clarence, soluğu Drexl’in yanında alır. Bu cesaret ve ani karakter değişimi de filmin devamı için fazla realist bir beklenti içine girmememiz gerektiğinin habercisidir. Kanlı geçen görüşmeler sonunda Alabama’nın eşyalarını aldığını ve adını temize çıkardığını düşünen Clarence eve döner. Drexl’in ölümü, Alabama’ya o kadar romantik gelir ki gözyaşlarını tutamaz. Eşyalara bakmak için açtıkları bavulun içi kokain doludur ve bu, yeni evli çiftimizin Detroit’ten ayrılması için bir işarettir. Clarence, eski bir polis olan babası Clifford Worley (Dennis Hopper)’ye olanları anlatır. Polisin peşinde olmadığını öğrenen Clarence ve Alabama, soluğu oyuncu olma hayalleriyle Los Angeles’ta yaşayan Dick Ritchie (Michael Rapaport)’nin yanında alır. Evden asla çıkmayan “Junkie” Floyd (Brad Pitt) ile beraber yaşayan Dick, ellerinde olan bir bavul dolusu kokaini en kısa zamanda satmaları için arkadaşlarına yardım etmeye karar verir. Kokainin asıl sahibi ise bir Sicilya mafyasıdır ve Clifford’ın evine yaptıkları ziyaret sonrasında Los Angeles’a gitmeye karar veren mafya babasının sağ kolu Vincenzo Coccotti (Christopher Walken) ve adamları, onlara ait olanı geri almak için gereken her şeyi yapmaya hazırdır. Aynı zamanda Dick Ritchie’nin bağlantısı sonucunda kendisine bir alıcı bulan Clarence’ın başı büyük bir baskına hazırlanan Los Angeles polisiyle belaya girer. Sicilya mafyası, Clarence-Alabama çifti, kokain alıcısı Hollywood yapımcısı Lee Donowitz (Saul Rubinek) ve adamları ile bu baskını başarıyla sonuçlandırmak isteyen heyecanlı polislerin yolu Donowitz’in evinde kesişir. Bir Tarantino filmi izlediğimizi sevinerek hatırladığımız silahlı çatışma sonucu, Clarence ve Alabama kaçmayı ve yeni bir hayata başlamayı başarır. Clarence karakterine baktığımızda, Tarantino’nun neredeyse otobiyografik bir senaryo yazdığını söylemek fazlasıyla mümkün. Elvis Presley hayranı olduğunu bildiğimiz, Golden Girls adlı dizideki 20 Elvis’ten biri olan Tarantino’nun yarattığı karakter Clarence’ın mentoru da Rock’n Roll’un kralından başkası olamazdı. Çekilecek yeni Elvis Presley biyografisinde başrolü üstlenecek olan Austin Butler’ın Once Upon a Time in Hollywood filmi kadrosunda yer bulması da hoş bir tesadüfe benziyor. Filmlerinde uzun tiratlar ve diyaloglara yer veren Tarantino’nun bu filmdeki en göze çarpan sahnesi, Dennis Hopper’ın Sicilyalıların kökenini, tabiri caizse “kaşınarak” anlattığı tiradıydı. Öleceğini fark edip son sigarasını yaktığında başlayan müzik, filmi domine eden Hans Zimmer’ın güzel imzalarındandı. Zimmer’ın ''You’re So Cool'' adlı eseri de True Romance ile birlikte anılmaya devam edecek çok kaliteli bir iş olmuş doğrusu. Orijinal senaryoya göre filmin son çatışma sahnesinde ölmesi gereken Clarence’ın, Tony Scott’ın daha mutlu bir son istemesiyle hayatta kalması, filmin sonunun beni tatmin etmemesine sebep oldu diyebilirim. Tek başına hayatta kalan Alabama’nın Reservoir Dogs’da da bahsedilen Mr. White ile çalışması, iki filmi daha tutarlı bir şekilde bağdaştırmamıza yardımcı olabilirdi. Tarantino’nun sinematik evreninde ayrıca, Donny Donowitz (Inglourious Basterds) ve Lee Donowitz (True Romance) baba oğuldur. Tarantino’nun agresif senaryolarının uygun ve akıcı bir şekilde dizginlenmesinin tek yolunun o filmleri yine Tarantino’nun yönetmesi olduğu kolayca anlaşılıyor. Tony Scott, yer yer yumuşatılması gerektiğini düşündüğü sahneleri basitleştirirken zaten gerçekçiliğini kaybetmeye fazlasıyla müsait durumdaki filmin seyirciye geçmesini zorlaştırmış. Patricia Arquette, rolünün hakkını fazlasıyla verirken Christian Slater, filmin yarısından sonra görmediğimiz Gary Oldman’ın, hatta komik bir keşi canlandıran Brad Pitt’in bile gölgesinde kalan bir performans ile Tony Scott’ın işini zorlaştırmış. Tarantino, bir süper kahraman yaratmaya çalışırken buna kendisi bile inanmamış olsa gerek ki film boyunca yan karakterlerin yersiz bir şekilde Clarence karakterini övdüğünü görüyoruz. Aksiyon dolu, hepimizi hazırlıksız yakalayan bir romantizm hızıyla yönünü aşka çeviren, silik bir karakterden kahraman yaratmaya çalışırken bocalayan, kara komedi özellikleri de barındıran filmin bazen bizi arada bıraktığına, bazen de kendi kendine arada kaldığına şahit oluyoruz. Tüm olumsuzluklara rağmen Brad Pitt’in canlandırdığı Floyd karakteri, birkaç dakika da olsa görme imkanı bulduğumuz Samuel L. Jackson, daha fazla göremediğimiz için tatlı bir hayal kırıklığına uğradığımız Gary Oldman... Göz kamaştıran kıyafetler ve arabaların caka sattığı, üst düzey oyunculuklar ve akılda kalan replikleriyle göz dolduran True Romance, 90popüler kültürünü heyecanlı bir şekilde yansıtan, izlenmesi gereken kült bir film olma özelliği taşıyor.
Yorum Bırakın