Ah sinema ne güzel şey! Belki bu yazı böyle bitmeliydi, belki de bu cümleyi yalnızca içimden kurmalıydım. Kendime hâkim olamadığım tüm duygu patlamalarını doruğa çıkaran, hakkında düşünmeyi bir türlü bırakamadığım, 18. yüzyılın o zarif dünyasından günümüze dönmeyi hâlen başaramamamın yegane sebebi olan “
Portrait of a Lady On Fire”, 2010 sonrası sönük sinema devrini aydınlatan kasvetli bir ışık gibi girdi hayatıma. Fransız yönetmen
Céline Sciamma’nın yazıp yönettiği film, gösterime girdiği Cannes Film Festivali’nde dakikalarca ayakta alkışlanmakla kalmayıp,
Best Screenplay ve
Queer Palm ödüllerinin de sahibi oldu.
Noémie Merlant,
Adèle Haenel,
Valeria Golino ve
Luana Bajrami’den oluşan oyuncu kadrosuyla karşımıza çıkan film, etkileyiciliğini neredeyse her saniye korumasını bildi.
1700’lerde Fransa’nın kuzeyindeki bir adada, kontes olan annesi ve hizmetçileriyle yaşayan, manastırdan yeni dönmüş
Héloïse’den, ölen ablasının yerini alarak Milano’daki zengin bir ailenin çocuğuyla evlenmesi istenir. Evliliğin kabul edilmesinin tek şartı, Héloïse’in bir portresinin çizilmesi ve talibinin beğenisini almasıdır. Milano’daki sosyetik yaşam standartlarının hayaliyle gözünü karartan kontes, kızının portresini çizmesi için getirdiği ilk ressamdan sonuç alamaz. Ressama yüzünü göstermeyi reddeden Héloïse, bu evliliğe sonuna kadar karşıdır. Bunun üzerine annesi, genç ressam
Marianne’la anlaşır. Evden tek başına çıkmasına izin verilmeyen Héloïse’e yürüyüşlerinde eşlik etmesi üzerine getirildiği söylenen Marianne, gündüzleri Héloïse ile yürüyüş yaparken yüzünün ve vücudunun her detayını gizlice ezberleyip, geceleri portre üzerine çalışmak zorundadır.
Filmekimi’nin hemen tükenen biletlerini alamamış ve filmin vizyona girmesini bekleyen sinemaseverler ile yazının bu kısmında yollarımızın ayrılması tavsiye edilir.
İş Başka Aşk Başka
Héloïse ve Marianne, yürüyüşleri sırasında başlarda oluşan gerginlik çözüldükçe, fiziksel ve duygusal olarak birbirlerine bağlanmaya başlar. Héloïse’in saf ve çocukça, keşfetmeye olan açlığından kaynaklanan soruları ve narinliği; Marianne’in Héloïse’e ilk günden beri iyi gelen şeffaflığı, ikilinin arasındaki aşkı kaçınılmaz kılar. Sevdiği kadının başka biri ile evlendirilmesi için olduğunu bile bile, işi olan portrenin çizimine her gece devam eden Marianne, portreyi en sonunda bitirir. Henüz aralarında bir şey geçmeyen ikilinin birbirine güveni, Marianne Héloïse’e her şeyi itiraf edip portreyi gösterdiğinde ağır bir darbe almış olur. Portreyi beğenmeyen Héloïse, Marianne ile daha fazla vakit geçirebilmek için ona poz vermeyi kabul eder. Devamında yaşadıkları aşk ne kadar büyük olsa da, filmi izlerken beklenen bir isyan veya kaçma girişimine rastlamıyor, Marianne’in profesyonelliğini sorgulamaya fırsat bulamıyoruz.
Eşitlikçi Bir Kadın Hegamonyası
Film boyunca hatırlanmaya değer bir erkek karaktere rastlamıyor ve onlardan bir elin parmaklarını geçecek sayıda bile cümle duymuyoruz. Héloïse, Marianne, genç hizmetçi Sophie ve kontesin başı çektiği ana karakterlerimiz arasındaki ilişkide ise alışkın olduğumuz herhangi bir hiyerarşik düzene bağlı kalınmıyor. Héloïse, Marianne ve Sophie’nin arkadaşlığı yer yer komik sahnelerle içimizi ısıtırken statülerini bize unutturmayı başarıyor. Sophie’nin karnındaki bebeği düşürmeye çalıştığı anlar ve başvurduğu ilginç yollar kendini izlettiriyor. Birlikte iskambil kartlarıyla oynadıkları sahneler de yine fazlasıyla keyifli. Kadın ressamlara ve yüzyıllardır spot ışıklarından uzak olan tüm kadın sanatçılara da ayrı bir saygı duruşu niteliği taşıyor Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi.
Müzikal Eksikliğin Doyurucu Etkisi
Sekans çekimlerinin ve düzenli koreografilerin etkisini hissettirmesinin en önemli sebebi, film boyunca neredeyse hiçbir sahneyi müzikal ögelerin yönetmiyor oluşu. Her nefes alış verişte ayrı bir tempo, rüzgarın ve denizin sesinde kendine has bir tını yakalayan filmi gerçekçi kılan, seyirciyi içine çeken özellik bilinçli bir şekilde dışarıda bırakılan film müzikleriydi. Filmin bir can alıcı sahnesinde, yanan ateşin etrafındaki koronun dinlemekten asla sıkılmayacağım muhteşem şarkısı bize eşlik ederken, finaldeki orkestra sahnesinin gücünü tarif etmekte zorlanıyorum. Evlenen ve Marianne’i bir daha görmeyen Héloïse, her zaman gitmek istediği orkestra konserinde gözyaşlarına boğuluyor ve o dakikalarda karakterle öyle bir bütünleşiyoruz ki, hıçkırıklarımız, aldığımız derin nefesler ve gözyaşlarımızı Héloïse’inkinden ayırmak neredeyse imkansız bir hal alıyor.
Birbirinden Güzel Fotoğraflar ve Sonsuz Bir Görsel Şölen
Filmin sinematografik başarısının mimarlarından biri olan
Claire Mathon da büyük bir övgüyü hak ediyor kuşkusuz. Harika fotoğraflara ve ince bir şekilde ayarlanmış kadrajlara hayran olmamak elde değil doğrusu. Renk paletleri, 18. Yüzyılı yansıtan elbiseler, eşyalarıyla göz dolduran büyük ve görkemli ev, deniz kenarındaki tüm o yürüyüşler bize sonsuz bir görsel şölen sunuyor.
Kafalarda Kalan Soru İşaretleri
Film boyunca bayıla bayıla şahit olduğum diyalogların yanında, senaryoyu zorlama bir romantikliğe büründüren diyaloglar can sıkıcı değildi dersem yalan olur. Heyecanlandığında gözlerini şöyle yapıyorsun, gerildiğinde ağzından nefes alıyorsun, utandığında dudaklarını ısırıyorsun gibi gözlemlerini birbirlerine aktardıkları romantik gözükmesi gereken sahne, beni filmden anında uzaklaştırdı ve normalde asla katılmadığım
Call Me By Your Name benzetmelerine birkaç dakika da olsa hak vermeme yol açtı. Filmin sonundaki dokunaklı sahneler herkesi duygulandırdı lakin, resim sergisinde Héloïse’in elinde tuttuğu 28 yazısının gözümüze sokulurcasına zoomlanması beni rahatsız etmedi değil.
Fransa’nın Oscar adayı olarak seçmemesine inanamadığım, yer yer güldüren, ağır işleyişine rağmen ilgiyi üzerinde tutmayı başaran, güçlü senaryosu ve oyunculuklarıyla bol bol ağlatan
Portrait of a Lady On Fire, herkesin izlemesi gereken, uzun yıllar unutulmayacak bir başyapıt!
Yorum Bırakın