Yaşamın Kini: "sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde"

Yaşamın Kini: "sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde"
  • 1
    0
    0
    1
  • Olga Tokarczuk Kimdir?

    Olga Tokarczuk 29 Ocak 1962’de Polonya'nın Sulechów kentinde doğdu. Edebiyat kariyerine başlamadan önce Varşova Üniversitesi’nde psikolog olarak çalıştı; Carl Jung üzerine çalışmalar yaptı. Edebiyat dünyasına 1989 yılında Miasta w lustrach (Aynadaki Kentler) başlıklı şiir cildi ve Na Przełaj adlı dergide yayımlanan kısa öyküleriyle girdi.[4] 1993 yılında yayımlanan Podróż ludzi Księgi (Kitap İnsanlarının Yolculuğu) başlıklı romanı, onun ilk önemli eseridir. Bu kitap ile Polonya Kitap Yayımcıları Derneği'nden roman dalında en iyi çıkış yapan yazar ödülünü alan Tokarczuk, ardından E.E başlıklı romanını ve Prawiek i inneczasy (Çağlar Öncesi Ve Başka Zamanlar) yayımladı. Geniş bir okuyucu kitlesi tarafından bir kült kitap olarak değerlendirilen Prawiek i inneczasy adlı eseri ile birçok ödüle layık görüldü. Öykülerini Szafa (Dolap), Domdzienny, domnocny (Gündüzün Evi, Gecenin Evi) ve 2002 yılında Gra na wielu bębenkach (Birçok DavulÇalmak) adlı kitaplarda topladı. Tokarczuk, 2004 yılından bu yana Polonya’da Polonya Yeşiller Partisi üyeliğini yapmaktadır. Bieguni (Koşucular) adlı romanı ile 2008 yılında Polonya'da verilen en önemli edebiyat ödülü olan Nike Ödülü'ne layık görülmüştür. 2018 yılı Nobel Ödülü, "sınırların kesişimini ansiklopedik tutkuyla birlikte bir yaşam biçimi olarak temsil eden anlatısındaki hayal gücü nedeniyle” Tokarczuk'a verilmiştir.

     

    Yazarın “Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde”  adlı kitabı bu içeriğimizin konusu olacaktır. Kitaba dair ilk görüşüme gelecek olursak; yazar ile ilk defa tanışan biri olarak, yorucuydu diyebilirim. Yanlış anlaşılmasını istemem, yorulmamın nedeni kesinlikle üslup ya da dil değildi. Başkarakter Janina’nın kafasının içinde olmak yordu beni fakat zihninde dolaşan tilkilere de hayran kaldım. Elimden bırakmadan, bir nefeste okudum da denebilir. Bu oldukça şaşırtıcı bir durum, tahmin edersiniz. Nasıl bir karakter kendini dünyadan bu kadar başarılı soyutlar, çözmüş değilim açıkçası. Karakterizasyon zincirine ve eser içerisinde yaratılan dünyaya bakacak olursak, yazarın kendi yaşamıyla yakından ilişkili bir karakter yarattığını düşünüyorum.

    Başkarakterimiz Janina, Polonya dağlarının tepesinde, insanlardan ve şehir gürültüsünden oldukça uzak olan evinde doğa ile iç içe bir hayat yaşamaktadır. Hayatı uçlarda yaşamış, hatta yolunun kesiştiği insanlar tarafından “deli” diye adlandırılan karakterimiz, çevre bilincini ve canlı yaşamının sorumluluğunu iliklerine kadar hissettiği bir yaşam yolunda gezinmektedir. Zaten birçok insanın ona deli demesinin sebebi de budur. Janina insanların gözünde “Aman canım, sen de abartıyorsun” ‘dur. Onun doğa bilinci “insan olan biziz, üstünüz ve doğa bizim kontrolümüzde, bu yüzden ona zarar vermemeliyiz” şeklinde değildir. Tersine savaştığı şeylerden biri de budur. Bu dünyada bir sincap kadar öneminin olmadığına inanır ve inandırır. İnsan olmaya kutsal anlamlar yüklemez. Dünyada bir yaşam döngüsü olduğuna inanır. İnsanlar buna zarar vermemelidir. Janina’nın hayvanlarla olan ilişkisi sevgiden çok daha öte bir şeye, saygı temeline dayanıyor. Bu da esere yöneltilebilecek “öznellik” eleştirisini kırıyor. Metinde geçen şu cümleleri sizinle paylaşmak istiyorum:

    “İnsanlardan daha çok hayvanlara acıyorsunuz hanımefendi.”

    “Hayır bu doğru değil. İkisi için de üzülüyorum. Ancak kimse savunmasız insanlara ateş etmiyor,” dedim şehir bekçisine aynı akşam. En azından bugünlerde.”

    “Doğru biz yasalara saygı gösteren bir ülkeyiz.” Diye onaylamıştı Bekçi. İyi huylu biriydi ama pek akıllı görünmüyordu.

    “Hayvanlar yaşadıkları ülke hakkındaki gerçekleri gösterir,” dedim. “Hayvanlara olan yaklaşım yani. İnsanlar hayvanlara vahşice davrandıklarında, hiçbir demokrasi biçimi onlara yardımcı olmaz, aslında hiçbir şey yardımcı olmaz.”

     Doğayı bir bütün olarak görmek gerektiğini “hayvanları sevin” ilkesi etrafında yaymaya çalışmaması da insana muazzam geliyor. Bunu yapmasını en başta kendisinin, insan sevmemesi de engelliyor tabi. En azından okurken öyle hissediyorsunuz. Janina hayvanlara gösterdiği sevgiyi insanlara göstermekte zorlanıyor. Hatta belki de bu durumu hiç umursamıyor. Eserde karakterler arası iletişim ilerlerken, Janina’nın insanlarla anlaşamama,  onları yabancılaştırma durumunun sekteye uğradığı anlarda,  hem keyif aldığına hem de kemiklerine kadar yargıladığına şahit oluyorsunuz. Saygı unsuru ise değişmiyor, en çok tartıştığı ve nefret ettiği insanlara bile saygısını yitirmeden karşı çıkıyor, fikrini savunuyor. Zaten hikayenin sonunda ağzınızı açık bırakmanıza sebep Janina’da yüksek miktarda bulunan “saygı unsuru” oluyor. Garip ile olan ilişkisinin gelişimini görünce bir gün insanları da sevebileceğini düşünmekten kendimi alıkoyamamıştım Şimdi ne kadar gereksiz bir düşünce olduğunu anlayabiliyorum. Eserin beni şaşırtan bir tarafı da William Blake dizeleri oldu. Kitabın adından itibaren başlayan bu Blake hayranlığı sanıyorum ki Janina’yı da, Olga’yı da, beni de bir ömür etkileyecektir.

    Yazar, hikayenin kurgusunu yaparken, toplumun farklı kesimlerinden insanların da doğaya karşı bakışlarını gözler önüne sermiş. Postacısından tutun profesöre, kerestecisinden tutun mağaza çalışanına birbirinden farklı insanların fikirlerini anlatırken, yaşama şekillerine de pişmanlıklarına da ışık tutuyor. Günümüz dünyasında biraz olsun sizi başkalarından ayıran, insanların tuhaf bulacağını düşündüğünüz halde saklamak için çabalamadığınız bir özelliğiniz varsa eğer, Janina ile iyi anlaşacağınızı düşünüyorum.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.