Aşkın Alışık Olmadığımız Yüzü: Uğultulu Tepeler

Aşkın Alışık Olmadığımız Yüzü: Uğultulu Tepeler
  • 18
    1
    2
    3
  • İkon haline gelmiş klasiklerden Uğultulu Tepeler, alışık olduğumuz romantik aşk hikayelerinden biraz daha farklı bir pencereye sahip. Aşk romanlarında hep kendimizi yerine koyduğumuz, üzüldüğümüz, kızdığımız, nefret ettiğimiz, yürekten bağlandığımız karakterler olmuştur. Benim açımdan Uğultulu Tepeler’deki aşıklar, tam anlamıyla çok sevdiğim ya da şiddetle nefret ettiğim karakterler olmadı. Yazar Emily Brontë, her karakteri öyle ince bir ipin üstünde kurgulamış ki; ne bütün kalbinizle sevip bağlanabiliyorsunuz ne de nefret edebiliyorsunuz. Hikayenin geçtiği mekan da insanlar da “gri” bir atmosfere oturtulmuş gibi. 

    Hikayenin en sevdiğim taraflarından biri her karakterin üzerinde durulması ve hikayesinin ince ince işlenmesi. Aşk alışık olmadığımız bir pencereden anlatılırken, özellikle başrol Heathcliff için tek bir fikre sahip olmak mümkün değil. İçindeki intikam duygusunun ateşiyle zarar verdiği herkesin gözünde acımasız bir canavar olan karakterin, Catherine için beslediği aşkın büyüklüğünü gördükçe böyle bir canavarın nasıl bu kadar sınırsız ve koşulsuz sevebileceği idrak edilemiyor. Yazarımız Emily öyle bir canavar yaratmış ki; son sayfaya kadar bu canavardan nefret etmekle ona acımak arasında gidip geliniyor. 

    Büyük aşkı Catherine, Heathcliff’ten şöyle bahsediyor: “Yeryüzünde her şey yok olsa da yalnız o kalsa, ben var olmakta devam ederim; başka her şey yerinde dursa da yalnız o yok olsa, evren bana tümüyle yabancılaşır. Ben artık bu evrenin parçası değilmişim gibi olur.

    Bir kadının sevgisini bu kadar derinden kazanabilen biri nasıl böyle bir canavar olabilir? Sayfalar ilerledikçe Heathcliff’in ve içindeki intikam arzusunun büyüklüğünü görüyoruz, zamanın o arzuyu nasıl bir damla bile azaltamadığını. Etrafındaki herkese ve her şeye karşı dinmeyen öfkesi ve merhametten yoksun mizacı sebebiyle, tanıdığım en “iblis” roman karakterlerinden biri olduğunu düşünmüştüm. Kitapta da çok kez böyle bahsediyor insanlar ondan. Büyük sona yaklaşıldığında herkesin iblis diye bahsettiği Heathcliff’ten Catherine için şu sözler dökülüyor: “Onu bana hatırlatmayan ne var ki? Şu döşemeye baksam, taşların üzerinde onun yüzünü görüyorum. Her bulutta, her ağaçta o var. Geceleyin hava onunla dolu, her şeyde ondan bir pırıltı var; gündüzleri ise çevremde ondan başka bir şey yok, her yerde o! Rastladığım kadın ve erkek yüzleri, kendi yüz çizgilerim bile, bir benzeyiş içinde benimle eğleniyorlar. Bütün dünya korkunç anılarla dolu; nereye baksam, onun yaşamış olduğunu ve benim onu yitirdiğimi görüyorum.

    Çocukluğundan beri hırçın yetişmiş Heathcliff’in biricik Catherine’ini kaybetmesinden duyduğu acı ve dönüştüğü canavardan nefret etmek istesek de, duyduğu acının ancak gerçekten büyük bir aşktan doğabileceğini anladığımızda nefretimiz acımaya dönüşüyor. Baktığı her yerde sevdiği kadının yokluğunu gören ve yıllar boyu bu yokluğun acısını dindiremeyen karakterimiz, etrafındaki herkese çektiği acıdan güç alarak hayatı zindan etmiştir. Haklılığı ve haksızlığı konusunda terazinin hangi tarafı ağır basar bilinmese de, Heathcliff’in duyduğu aşk tartışmaya açık değildir. 

    Yazar Emily Brontë yarattığı karakterlerle bize ütopik derecede iyiyi ya da kötüyü anlatmamış; bazen hak verdiğimiz, bazen kızdığımız, bazen de kendimizi yerine koyduğumuz “bizim gibi olan” insanları kazandırmıştır. Hiçbir hikaye sadece mutlu ya da mutsuz, insanlar da tamamen iyi ya da kötü değildir, Uğultulu Tepeler’deki hikaye de en temelinde bize bunu göstermiştir.


    Yorumlar (2)
    • Uğultulu Tepeler kitabı en sevdiğim klasiklerdendir. Bronte Ailesi'nin tüm fertleri ve kitapları hep ilgimi çekmiştir. Uzun zamandır bu roman üzerine böyle "güzel" bir yazı okumamıştım! Teşekkürler Özge:))

      • Mükemmell 👏🏻

        Yorum Bırakın

        Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.