"katana Ve Kalem" İki Elde İki Silah: Yukio Mişima'dan Bahar Karları

"katana Ve Kalem" İki Elde İki Silah: Yukio Mişima'dan Bahar Karları
  • 2
    0
    0
    0
  •      

    2020 Kasım ayına girerken uzun süre ne okumak istediğimi düşündüm. Son zamanlarda dünyanın geldiği hal herkes gibi şahsımı da bunaltmıştı. Bu dünyadan kaçışımı mümkün kılabilmek için önemli bir kitap okumalıydım. Yeterince hayal kırıklığına uğradığımız bu dönemde, okuduğum kitap beni hayal kırıklığına uğratmamalıydı. Ben de bu sebeple en güvenli yolu seçmeye karar verdim. Bildiğime, Mişima’ya sığındım.

       Bu Kasım Yukio Mişima okuyucuları için buruk bir festival havasında geçti. Dönme dolabı çalışmayan bir lunaparkın içerisindeydik sanki. 25 Kasım 2020 itibariyle Mişima’nın intiharının üstünden 50 yıl geçti. “Yaşasaydı şu yaşta olacaktı” tarzı sohbetlere girmeyeceğim. Çünkü ölümü kendi zaferiydi. Okurlar olarak bizim burukluğumuz, yüksek oranda şımarıklık ve aç gözlülükten doğan buhran hali olarak açıklanabilir elbet. Biz ondan daha fazlasını istedik. Biz daha fazla okumalıydık o da daha fazla yazmalıydı. Ta ki biz onu eskisi gibi yazmadığı için hor görünceye kadar. Son noktaya kadar şımarıklık yapacak olursak, Mişima kendi zaferini bizden çaldı. Bu son dediğim küçük bir çocuğun isyanından başka bir şey değil sevgili okur. Hıncımı en sevdiğimden çıkarıyorum. Önemsemeyiniz. Gel gelelim bu ruh hali ile yeniden Bereket Denizi’ne açılmaya karar verdim. Bahar Karları’na tüm ayımı vereceğimi biliyordum az çok. Sadece beni bu kadar yıpratabileceğini düşünmemiştim. Bilinen acıların yakıcı hissini kaybedeceğine olan inancımın yalan olduğu ortaya çıktı. Matsugae Kiyoaki sırtımı yine yere getirdi. Esere ilişkin hazırladığım bu yazının kitap incelemesinden ziyade bir çırpınış olduğunu tekrar belirtmek isterim.

       Bu okumada değişen ilk şeyin Kiyoaki olduğunu anladım. Daha önce kafamda şekillendirdiğim, burnunun ucuna kadar canlandırdığım Kiyoaki, bambaşka bir şekilde karşıma çıktı. Mişima Kiyoaki’nin güzelliğini öyle anlatır ki; bir erkek vücudunun bu kadar naif olabileceğine inanamazsınız. Tanrısal bir nurdan yaratılmış gibi görünen bu yaratığa karşı hayranlık duymamak imkansızdır. Yola aynı Kiyoaki ile çıkacağımı düşünsem de her şey bambaşka ilerledi. Değişen ben miyim yoksa Kiyoaki mi diye düşündüm. Elbette bendim. Ben Kiyoaki’nin yüzeyselliğine takılı kalmıştım. Onu bir Marki’nin oğlu, zengin ve burnu havada bir velet olarak düşünmüştüm. Büyük ihtimal ,eskiden de olsa, ben öyleydim. Yargılamaya olan ilgim Kiyoaki’yi de es geçmemişti.  Bu sefer karşımda duran genç adam yeni yetmeliğin verdiği tecrübesizliğin ve duyguları anlamlandıramamanın altında ezilen fakat kalbinin çarpıntısını da engelleyemeyen birisiydi.  Duygularında hoyrattı ve inat edişinde bir çocuk samimiyeti taşıyordu. Masumiyetinden geriye kırıntılar bırakanlardan değildi.  Ruhu henüz parçalanmaya bile başlamamıştı. Ailesi tarafından çizilen bu korunaklı köşkün içerisinde, camdan fanuslara kapatılıp pamuklarla sarılmıştı Kiyoaki. Bütün ömrü boyunca gidip gelip fanusu tık tıklayan tek kişi ise Satoko olmuştu.

       Ayakura Satoko, bir Dolunay kadar güzel ve en az Ay kadar Dünya’ya bağlı. Onun dünyası Kiyoaki elbette. Çocukluğundan beri Matsugae Kiyoaki’nin güzelliğine vurgun ve kendi güzelliğini bu yolda paramparça edebilecek kadar güçlü. Karşısındaki çocuğun her bakışı Satoko’nun sonunu hazırlasa da Satoko mutlu. Bu aşk imkansız değil üstelik, aileler dahi duruma ılımlı. Hiç söylenmemiş bir sözün, istenmeyen minnet duygusunun ve aristokrasinin bağlılığı var üstlerinde. Taraflardan birisi adım atsa işler bir anda çözülecek. Güzel Satoko kapısındaki kuyruğa rağmen ömrünü Kiyoaki’ye vermeye hazır. Kiyoaki ise çok genç. Çapkın değil, aptal değil, şımarık değil. Sadece çok genç. Yolun çok başında. Aşıklara özgü o sahiplenici enerjiden uzakta, kadın-erkek ilişkilerini çözmeyi geçtim bu ilişkinin varlığını sorguladığı bir evrede henüz.

    Bu güzel gencin 17 yaşına rağmen Satoko 20’lerinde fakat Kiyoaki’nin hiçbir zaman olamayacağı kadar olgun ve ilişkiye hazır. İki güzellik abidesi için aşk sadece zamanlama meselesi. Bu meselenin hataya dönüşmesini izlerken kalbiniz buruk kalıyor. Satoko’nun Başrahibe’ye kafasını kazıttığı bir an var kitapta. Okur olarak Satoko’ya yapma bile diyemiyorsunuz. Güzelim siyah saçları vücudundan irin gibi akıtıyor Satoko. Ayıbını arkasında bırakacağına dair olan umuduna sarılıyor. Kiyoaki kırarak kaçtığı fanusa geri kapatılmış. Kimse Satoko’nun hayatını bırakışını engelleyemiyor. Engellemek için sebepleri var elbet fakat hepsi bencilce. Satoko öylece yalnız. Babasının nefretinin çizdiği yolda çıplak ayak yürürken ters yönden hizmetçilerinin elleri üstünde, tahtırevanla gelen Kiyoaki ile karşılaşıyor diyebilirim. Baştan aşağı zamanlama hatası olan bu aşk nasıl tanımlanır ki?

       Honda, Kiyoaki’nin tek arkadaşı. Kiyoaki’nin büyüsüne kapılanların başında gelen bu çocuk, iyi ahlakın ve dürüstlüğün putlaştırılmış hali. Ne çocuğun ailesinde ne de tabiatında tek bir kusur bulunmuyor. Yoldan çıkacağına dair ara ara beliren acabaların hepsi boşa çıkıyor. Tadeşina ne kadar hain ve düzenbaz yaradılışlı ise Honda o kadar masum. Mişima öyle bir evreni anlatıyor ki her şeyiyle çok tanıdık. Aktif ve pasif karakterlerin bol bol yan yana geldiği, pasif karakterlerin pasif olmaya devam ettiği, aktif karakterlerin ise her durumda fevri davrandıkları bir dünya yaratmış. Hayattan hiçbir farkı yok. Sorumluluk duygusunu sadece ahkam kesmeye cesareti olanların hissettiği bu hikaye insanı hırpalıyor. Empati yapıp duruyorsunuz. “Satoko şöyle değil de böyle yapsaydı ne olurdu?”, “Kiyoaki oraya gitmeseydi ne çıkardı?” tarzında sorular aklınızı kurcalıyor. Eliniz kolunuz bağlı kalıyorsunuz.

                                                                   

       Kasım ayı boyunca öyle günler oldu ki, kahkaha attığım anlar Mişima’nın toplum düzenine dair cümlelerini okurken geçirdiğim zamanlardı. Kendi kendime şunu düşündüm;  1965 yılında Japonya’da kaleme alınmış bir eserin, 1992 İstanbul basımlı üstelik hiç okunmamış bir kitabını 2020 yılının Kasım ayında okurken kahkahalara boğuluyorum ve gözümün dolduğu anlar oluyor. Edebiyatın gücüne değil de neye sığınalım şimdi?

       İşte böylece, 2020’nin Kasım ayında Bahar Karları içimi deşti. Bahar Karları ile gün gün bakıştığım, toplu taşımada gözbebeklerimi büyüterek okuduğum, gece uykusundan feragat ettiğim, elime başka kitaplar aldığım zaman ihanet ediyor gibi hissettiğim bir birlikteliğimiz oldu. Kasım bitti fakat geride kuru yaprak cesetlerinden bir tortu bıraktı. O gümüş kaşlı çelik adamın hissettirmek istediği buydu belki de. Yaşamaktan artakalan iğrençlik hissi…

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.