Uzun zamandır bu kasveti içinde yaşadığını zannediyordu. Halbuki içindeki kabus dışardaki kargaşanın ta kendisiymiş.
Uyandı ve etrafına baktı. Gözleri bulanık, etraf soğuk, ayaklarını hissetmiyordu. Zar zor pencereyi açtı, teni daha çok üşümüştü. Gözünü ovalayarak dışarıdaki insanların kaçıştığını ve bir yerlere saklanmak için koşuştuklarını gördü.
Gördükleri harekete geçmesi için yeterliydi. Hemen paltosunu, ceketini giydi. Çorap üstüne çorap giyerek oğlunun yanına gitti. Yüreğine su serpilmişti. Oğlu korkudan battaniyeye sarılı, gözyaşları içinde günlük hayatından uzak bir yaşamın ilk karanlığını hissediyordu.
Hemen teselli duygusuyla ''Oğlum burdasın, çok şükür! Yanındayım ama fazla vaktimiz yok. Gitmeliyiz. Hadi kalkmalısın!''
Oğlu hiçbir tepki vermiyordu. Babasının aklı ve oğlunun vücudu tek bir insan edasıyla hareket ediyordu. Fikirleri babası emrediyor, çocuk yapmaya zorlanıyordu.
Halihazırda çantalarını hemen koluna geçirdi ve oğlunu kucağına aldı. Arabası apartmanın altındaki otoparkta, çok uzakta değildi.
Yer kaygan ve yağışlıydı. Gökyüzü gece karanlığında, kasvetli bir yağmur öncesi fırtına görünümündeydi. Oğlu görse ödü kopardı. O yüzden battaniyeye sardığı oğlunu hastane aciline yetiştirmesi gerekiyormuş gibi koştu.
Herkes, birbirinden uzaktı. Birisine soru sorulsa cevaplamadan buradan kaçmak istiyordu. İnsan duygularının hiçe sayıldığı bir ortamdı. Kaleyi fetheden düşmanlar, halkı kovalarkenki korkunç hissiyat insanları kaplamıştı.
Sorulan sorulara Michael de cevap vermiyordu. Yardım dilenen kişilere muhatap olmuyordu. Michael bile örümcek ağına takılmış sinek gerilimiyle hareket ediyordu.
Oğlunu kucağından arabasının arkasına yerleştirdi. Otoparkta gürültü ve kaos vardı. Oğluna sert sözlerle bir şeyler terkrarladı: ''Bak... bana bak Mike.''
Mike diğer pencereden bazı insanların eziliş ve yıkımlarını görüyordu. Yerde yatan insanları, yardım bekleyen çocukları, arabanın camındaki kan izlerini...
Mike sonradan babasına kulak verdi. Gözleri dolmuştu. Babasına ''Yardım etmeyecek miyiz?'' dercesine babasının içini ürperten o soruya hazırlanıyordu.
Babası hiç oralı bile olmadan bağırarak hızlıca tekrarladı.
-''Mike, sen ve ben... Burdan kaçmamız lazım. O gördüklerin seni ele vermesin, iyi olacağız. Uyandığın tereyağ ve ballı kahvaltıdan farklı bir sabahtayız. Ben de ne döndüğünü bilmiyorum. Ama bana inanmalısın.''
Mike'ı alnından öptü. Arabadaki geniş koltuğa uzanmasını istedi. Üstünü sarılı getirdiği battaniyeyle sımsıkı örttü. Michael oğluna tam bazı direktifler verecekti ki...
Geriden hızla gelen bir araba Michael'i ezip geçti. Şiddetli bir kazayla Michael dört metre ileri fırladı. Arabanın kapı kolu kırılmıştı. Oğlu hala babasının sesini duymasını bekleyen bir masumlukta kafasını eğmiş uzanıyordu.
Bir süre geçti ama hala insan çığlıklarının esir olduğu otoparkta babasının sesini işitemiyordu. Çenesi titriyordu. Elleri buz gibi soğuktu. Bir şeylerin ters gittiğinin farkındaydı. Gerçekleri yüzleşmekten başını kaldıramıyordu. Babasının ölmüş olduğunu hissediyor ama dışardaki diğer çocuklar gibi yardım dilemesine rağmen kol kucak açacak birisini bulamamaktan ürperiyordu.
Arabadan ağlayarak indi. Babası beş metre ötede yerde serili yatıyordu. Yattığı zeminden kanların aktığını bu yakın mesafeden görmek, babasının ölü olduğunu tezahür etmek istemiyordu.
Ne yapacağını, nasıl bu şehirden kurtulacağı hakkında bir fikri yoktu. Kafasının içinde dönen bazı fikirler olsa da babasının şoku duygusal bozukluğa yol açmıştı.
Etrafına şöyle bir göz gezdirdi. Kimsenin yardım edeceğini beklemiyordu. Aniden bir şimşek çaktı.
Yorum Bırakın