2021 Yılının Değerini Göremeyen Filmi : The Last Duel

2021 Yılının Değerini Göremeyen Filmi : The Last Duel
  • 1
    0
    0
    0
  •  

     

    BİR DİĞER UYARIYA KADAR YAZIDA SPOILER BULUNMAMAKTADIR

         Bugünkü yazımda, geride bıraktığımız yılın sinema açısından en büyük olaylarından biri olan Dune ile aynı anda vizyona girme şanssızlığına sahip The Last Duel’i ele alıyorum. İyi okumalar dilerim.

        Tüm dünya Dune’u konuşurken tabiri caizse arada güme giden filmin yönetmen koltuğunda  Blade Runner ve Gladiator gibi kült filmleri beyaz perdeye kazandırmış usta yönetmen Ridley Scott oturuyor. Adam Driver, Matt Damon, Judie Comer ve Ben Affleck’in başrollerinde olduğu muhteşem oyuncu kadrosu ile Ridley Scott birleşince kötü bir iş çıkması ise House of Gucci’yi düşünmezsek imkansız. 

         Filmin konusunu vs. boşverin. Ne anlatsam boşuna olacaktır. Eğer filmi henüz izlemediyseniz ilk fırsatta bu muhteşem filmi izleyin. Pişman olmazsınız. Teminatınız benim. 

         Eğer siz de izlemediyseniz yazımın bundan sonraki kısmını, izledikten sonra okumanızı tavsiye ederim. Uyarmadı demeyin. İyi seyirler.

     

    DİKKAT! YAZININ DEVAMI SPOILER İÇERMEKTEDİR.

         Game of Thrones’u anımsatan müthiş sinematografisi ve benden tam puan alan orta çağ kostümlerinden detaylıca bahsetmeye gerek yok diye düşünüyorum. Filmdeki çoklu bakış açısı tekniğinden ise yazının devamında bahsedeceğim. Öncelikle o dönemki halkın kadınlara karşı olan bakış açısı ve bu durumun filmdeki başarılı işlenişi hakkında konuşmak istiyorum. 

         İlk olarak on dördüncü yüz yılda geçen filmdeki kadına karşı olan bakış açısı ile içinde bulunduğumuz yirmi birinci yüz yıldaki kadına karşı olan bakış açısı arasındaki acı verici ortak noktalardan başlayalım. 

         Kadının tek vasfının çocuk doğurmak olarak görüldüğü ve eğer hamile kalamıyorsa da bunun tek sorumlusunun yine kadın olduğunu düşünen bir toplumu anlatan filmde sürekli olarak yüzümüze çarptırılan ‘Kadın dediğin evinin hanımı çocuklarının annesi olacak.’ algısı size de çok tanıdık gelmedi mi? Üstelik bunu söyleyenlerin çoğunun da kadın olması? Günümüzde bir kadın tecavüze uğradığında veya öldürüldüğünde ‘o kadar açık giyinmeseydi’ ‘o saatte orada ne işi vardı?’ tarzı cümlelerle kadını suçlu bulmaya çalışan zihniyetin bire bir aynısnı 700 yıl öncesini anlatan filmde görmemiz ise gerçekten acı bir durum. Bu süreçte gelişen tek şey keşke teknoloji olmasaydı. Ve açık söylemek gerekirse bir bu kadar yıl daha geçse bile bazı kesimin kafa yapısı değişmeyecek gibi duruyor. Fakat bu değiştirmek için vazgeçeceğimiz anlamına da gelmiyor. Şikayet ettiğimiz durumu değiştirmek için hiçbir çaba göstermiyorsak şikayet ettiğimiz şeyi yapanlardan hiçbir farkımız kalmaz diye düşünüyorum. 

         Filmden uzaklaşmamak gerekirse o toplumda yaşayan bir kadının yaşadığı zorluklar bize onun bakış açısından çok gerçekçi bir şekilde aktarılmış. İliklerimize kadar geri kalmışlığı hissediyoruz. Gerçekten çok beğendim.

         Filmdeki hoşuma giden bir diğer durum ise daha çok bizim bakış açımıza yapılan bir eleştiriydi. The Last Duel, biraz önce sitem ettiğim durumun sadece bilgisiz geri kalmış insanlar tarafından gerçekleştiği düşüncesinin yanlış olduğunu sonuna kadar gösteriyordu. Çeşitli diller bilen kültürlü, okumuş, başarılı bir yaver olarak izleyiciye sunulan Jacques Le Gris (Adam Driver) karakterinin bir kadına zorla sahip olmayı aşk zannedecek kadar cahil olması ve ısrarla bunun aşk olduğunu söylemeyi sürdürmesi bu zihniyetin okumuşluk durumuyla çok bir bağlantısı olmadığını kanıtlamış oldu. 

         Jean De Carrouges (Matt Damon) karakterine dikkatli baktığımız zaman ise Le Gris’in tam tersi olarak daha az kültürlü, başına buyruk ve daha savaşçı olduğunu görebiliyoruz. Filmi ilk kendi bakış açısından izlediğimiz için Le Gris’le olan rekabetinde haklı taraf gibi gözükse de ikinci bakış açısından sonra aslında kimsenin haklı olmadığını daha net bir şekilde görüyoruz. Le Gris ile barıştığı parti sahnesinde eşini bir hediye olarak kullanması, eşinin çeyizi için verdiği mücadele ve eşi kendisine tecavüze uğradığını söylediğinde ise ilk düşündüğünün kendi onuru olması De Carrouges karakterinin kadınlara olan bakış açısını bize net bir şekilde sunuyor.

         Hazır karakterlerden bahsetmeye başlamışken oyunculuğu ile filmi şahlandıran Jodie Comer’in Margueritte karakteriyle devam edelim. Fakat öncesinde kısa cümlelerle Margueritte’e bağlı bazı karakterlerden bahsetmek istiyorum. Margueritte’in yakın arkadaşı olan Marie (Tallulah Rose Haddon) karakterinin hiçbir şekilde Margueritte’e inanmaması, Margueritte’in yalnızlığını ve kendinden başka kimsesinin olmadığını bize çok güzel hissettirdi. Jean De Carrouges karakterinin annesi rolündeki Nicole (Harriet Walter) karakteri bir kadın olarak kendi işinin sadece çocuk doğurmak ve kocasına eşlik yapmak olduğunu kabul eden kesimin çok başarılı bir örneği olmuş. Kendisinin de tecavüze uğradığını açıkladığı sahnede Margueritte’in kendisine verdiği tepkiler müthişti.

         Tek başına hakkını savunmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Margueritte, net bir şekilde filmimizin en iyi karakteri. Jodie Comer mükemmel oynamış. Önümüzdeki Akademi Ödüllerinde Lady Gaga ve Kristen Stewart ile en iyi kadın oyuncu ödülü için büyük bir rekabet içinde olacaklardır diye tahmin ediyorum. Karakterimizden bahsedersek sonunda ölümünün olacağını bilerek hakkını savunmaya devam etmesi bir kadın olarak o dönem kimsenin cesaret edebileceği bir olay değildi. Erkeklerden oluşan mahkeme tarafından suçlu bulunma çabasına karşı başı dik bir şekilde mücadele etmesi ve eşine karşı ‘Düşmanınla savaşabilmek ve kendi onurunu korumak için benim hayatımı tehlikeye atıyorsun.’ repliği ile benim gönlümü bir kez daha kazandı.

         Karakterlerden sonra değinmek istediğim bir diğer husus da çoklu bakış açısı. Rashomon ve The Handmaiden tarzı çoklu bakış açısı ile çekilen film her olayın farklı karakterler tarafından farklı ve kendini haklı çıkaracak şekilde yorumlanmasını çok başarılı gösteren çok sevdiğim bir çekim tekniği. Ridley Scott, bu tekniği filminde çok güzel uygulamış.

         Son olarak gelelim muhteşem ötesi düello sahnesine. Film boyunca izlediğimiz olaylar sonucunda birbirine düşmanlık beslemiş iki başarılı askerin birbirlerine hınçla saldırdığı sahne gerek çekim açıları, gerek müziği, gerekse yarattığı atmosfer açısından başlı başına bir şaheser diyebilirim. Bir kadına yapılan suçun cezasının iki erkeğin düellosu ile sonuçlanması da yazıda uzun bir şekilde bahsettiğim her şeyin tek cümlelik özeti diyebilirim.

         Bu yıl beyaz perde çok başarılı filmlere tanık olurken bana göre The Last Duel yılın en iyi filmlerinden biri. Golden Globes Ödülleri’nde saçma bir şekilde hiçbir dalda aday olamasa da 94. Akademi Ödülleri’nde hak ettiğini bulacaktır diye düşünüyorum. Benim filme puanım on üzerinden sekiz oldu. Siz filmi izlediniz mi? Puanınız kaç oldu? Paylaşırsanız sevinirim.

                                                                           Yazar : Adem Yiğit Pehlivan


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.