GARDIROPTAN LALELİ'YE

GARDIROPTAN LALELİ'YE
  • 0
    0
    0
    0
  • GARDIROPTAN LALELİ’YE
    Hatırlamanın, hasretin ,kavuşmanın ve de ayrılığın bir hafızası olsaydı bu koku olurdu diye düşündüm önüm sıra sanki içinde sen varmışsın gibi süzülen tişörtüne baktığımda...Özlem zamanları için verdiğin bu gri kumaşın terk edişine bir teselli ödülü olduğunu bilemiyordum o sıralar tabiatıyla. Fakat şimdi hücrelerime kadar biliyorum, yaşıyorum ve siniyorsun bir ayrılık ağusunda ve kavuşmanın imkansızlığında. Oysa altı üstü gardırop düzenleyecektim, bir temizlik ritüelinin, melankolik ve şairane tavra bürünmesi de herhalde pek görülmemiş bir şeydir. Henüz çiçeği burnunda nur topu gibi bir yalnızlığım var, daha emekleyecek, yürüyecek, arada neden diye yangınına bir su isteyecek kim bilir. Biraz silkelenip temizliğime devam edeyim ben ,yoksa anı denilen şey hep davetsiz misafirdir aşktan alzaymır olmayı dileyene ne tezattır ki. Ve işte buyurun asıl hayatın acı gerçeği bu kıyafetlerin çoğu bana dar geliyor artık zaten aynadan kendime bakınca önüm sıra bir şişkinlik var ve biz ona aslında göbek diyoruz da dilim varmıyor. Birden kendimle göz göze geliyorum belki de diyorum içimden ,içime attıklarımdan şişmişimdir yada hazmedemediklerim midemi dışa vuruyordur. Bugün ben bu işi bitiremeyeceğim yada doğru zaman değil. Ne de haşmetli cümle ama doğru zaman ,yanlış insan safsataları...Ama bugün zihnim arı gibi çalışırken aynı zamanda ne yazık ki kollarım yada başka uzvuma takatim olmayacak belli ki. Belki gökyüzüne bakıp yürümek iyi gelir düşüncesiyle anlık bir karar verdim ki hiç benlik değildir plansız işler fakat işte tam da dışarıdaydım .

    Aslında ben miydim dışarıda olan onu bile bilmiyorum. Sanki gittiğinden beri hep kendi içimde geziniyorum. Evet gitmiştin sevgilim…Sevgilim diyorum, üstat demez mi ki, ’’Çünkü ayrılıklar da sevdaya dahil, çünkü ayrılanlar hala sevgili.’’ Şiiri de severdin, severdik. Aslına bakarsan, ne çok şey vardı aynı anda sevdiğimiz ve nasıl da birbirimizi sevmeyi beceremedik. Yüzümüze gözümüze bulaştırdık. İşte şimdi tam oldu. Yüzüm gözüm, üstüm başım, içim dışım sen…Ama yoksun…Şu an geçirdiğimiz en güzel gün olduğunu söylediğin o çimenlerin üstündeyim, karşımda yine deniz…Etrafımda insan kalabalığı… Aslın olmasa da suretin yanı başımda sanki…Omuzlarından aşağıya dökülen dalga dalga saçların denizim oluyor birden ve karşımdaki su birikintisi yok oluyor. Hayalin çoğalıyor, yağmur atmaya başlıyor. Yüzündeki çiller gibi dağılıyor yağmur damlaları…Sonra gözlerim gözlerin oluyor. Önümü göremiyorum. Sen bakıyorsun yada ben sen gibi bakıyorum. Her bakış ela bir renk oluyor .Bir koyu ela, bir açık ela. Yani bir sen, bir ben…Ağlamamak için gurur yapan burun deliklerim yardımıma koşuyor, genişledikçe gözlerim kısılıyor. Gözyaşlarımı düşmeden pusuda sıkıştırıyoruz. Ve şimdi de burun deliklerin geliyor aklıma…Bir tebessüm kıvrılıyor dudağımın kenarında…Küçücük bir nefes aralığı gibi yüzünde kayboluşunu özlüyorum. Ağzın, burnun hepsi bahane…Adam akıllı ben her şeyinle seni ve hiçbir şeyimizle bizi özlüyorum. Hiç olmaktan kastımı bir sen anlarsın ve bir de tasavvufa dikkat kesilenler.’’ Çünkü Tasavvufa göre ’ verdiğin şey, senin olur.’ Her şeyini veren birisinin hiçbir şeyi kalmaz ,işte ancak o zaman her şeye sahip olabilir. ’’Anlaşılan o ki dışarısı beni, gardıroptan fena çarptı En iyisi, kalkıp yürümek.

    Yürüyorum. Aslında giden ayaklarım…Adım attıkça öne eğilen başım, vücudumun bir parçası olarak işlev görüyor. Bu giden benim bedenim evet ama içinde ben yokum. Bu eğik baş da benim. Bu dakikada Sabahattin Ali’nin o cümlesi aklıma geliyor ‘’ben dünyadan ziyade kendi kafamın içinde yaşayan bir insanım.’’ Yine aynı anda sana teşekkür ediyorum, hayali arkadaşlar bıraktın bana terk ederken…Az buz değil, Sabahattin Ali, Atila İlhan…Kendimi önemsiyorum hemen o an, kendime bir şiir ısmarlıyorum yahut bir roman addediyorum. Bir Raif Efendi yada Maria Puder olamasak da…
    Biliyorum saçmalıyorum. Kalanlar, özleyenler ve hayal kırıklığı yaşayanlar gibi…Gibi mi? Tüm bunlar benim…Tek kişilik dev bir kadroyum. Bir hafıza zedeyim…Tüm bu yürüdüğüm yollar, kendimle bakıştığım mağaza vitrinleri, Ahmet Kaya’dan ‘kendine iyi bak’ çalan melodika icraatçısı çocuk, daha sayamadığım, sayabileceğim nicesi…Taksim, Kadıköy, Sirkeci, Eminönü, Gülhane Parkı, Osmanbey, Laleli ve daha ne semtler…Laleli dedim de aklıma geldi Cemal Süreya ve o şiir için birlikte yağmuru içmiş iki aşk sarhoşu olarak bindiğimiz tramvay…
    ‘’Laleli’den dünyaya doğru giden bir tramvaydayız
       Birden nasıl oluyor sen yüreğimi elliyorsun.’’
    Sen koca bir İstanbul’dun. İstanbul anlatmakla biter mi? Yürümekle aşılır mı sokakları? Seni unutmak için hangi sokağına girsem karşıma izini bıraktığın illa bir şey çıkıyor. Bizi şehrin tüm taksicileri bilecekti biraz daha kalsaydın. Ve tabii ki hakkını vermek gerekir ki lahmacun romantik bir tat kazandı damağımda, çiğ köfte hazin bir hıçkırık boğazımda, sütlaç hani şu bol fındıklı olanından buruk bir tebessüm dudağımda…
    Ah bir de Büyükada…Hele o Büyükada…Ne başlayabildiğimiz ne bitebildiğimiz yer…


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.