"Ben senin için uzun konuşmalar yazdım. Sürekli seninle konuşuyordum. Yalnız olduğum halde, aylarca seninle konuşarak dolaştım durdum. Şimdi ise ne diyeceğimi bilmiyorum. Seni sadece hayal ettiğimde daha kolaydı."
Wim Wenders’in Altın Palmiye ile taçlandırılmış filmi Paris, Texas (1984), tamamen parçalanmış bir ailenin yeniden birleşme çabasını, toplumdan kendini soyutlayan bir adamın hayata ve ailesine bağlanma çabasını konu alıyor. Filmin genel hatlarında görsellikten çok duygunun ve hikayenin ağır bastığı, çoğunda sessizliğin hakim olduğu ve karakterlerin iç dünyasının esas alındığı görülüyor. Ayrıca detaylı izlediğinizde görebileceğiniz yas kavramı ve onun temelinde yatan duyguların arka planda ne kadar ustalıkla incelendiğini de anlayabiliyoruz.
Wim Wenders’ın Sam Shepard’ın hikâyesinden uyarladığı Paris, Texas; Travis adlı 4 sene önce yaşadıklarından sonra kendini dünyadan soyutlamış, hiç konuşmayan orta yaşlı bir adamın hikayesini anlatıyor bizlere. Güney Amerika’nın ıssız çöllerinden birinde, Texas’ta bulunan bir barda susuzluk ve açlıktan bayılması ve burada bulunan doktorun Travis’in konuşmaması üzerine cebindeki numaralardan onun erkek kardeşi Walt’u araması ile başlar. Kardeşinden 4 senedir haber alamayan Walt, aynı zamanda Travis’in 4 sene önce kaçtığında arkasında bıraktığı 7 yaşındaki çocuğu Hunter’a eşi ile ebeveynlik yapmaktadır. Bu haberin ardından Walt, telefonda Travis’in bulunduğu yerin tarif edildiği yere, Teksas’a gelir ancak Travis sabah mekanı terk etmiştir bile.
Walt’un şans eseri Travis’i yolda bulması ve onu eve götürmesi sırasında Travis hiç konuşmaz, sorulara cevap vermez. Birkaç kez daha kaçmaya çalışır ve Walt her seferinde onu yoldan geri çevirir. Ayaklarının onu sürüklediği yer ise Travis’in ağzından çıkan ilk kelime olan Paris’tir. Travis, Teksas eyaletine bağlı olan Paris’i, yaratıldığı yer olarak kabul eder, sürekli oraya gitmesi aklımıza ondaki yeniden doğma isteğini getirir ve her ne kadar 4 senedir kaçmış olsa dahi içindeki boşluğu onarmaya daha fazla direnemeyeceğinin farkındadır.
Wenders'ın, Travis’i tanımlarken sessizliğe büyük önem vermesi film içerisinde önemli bir detaydır. Travis sessizleştikçe düşünmek ve içindeki sorulara cevap aramak zorunda kalır. Sessizliğini korudukça sorulara cevap bulmaya çalışan Travis 4 sene önce onu terk eden, Hunter’ın öz annesi Jane’i aramaya başlar. Travis Jane ile ilişkisinin bittiğini kabullenmez. Nitekim Jane de Travis’in öldüğünü hiç kabullenmez, her gün onunla konuşur, sohbet eder hatta başlarda onun karşılık verdiğine bile inanır. Filme yas kavramının işlendiği bu repliklerden bazıları filmin arka planında parçaları birleştirmemize olanak sağlar.
Örneğin Hunter ve Travis’in koltukta Travis’in anne ve babasının albümünü incelediği sahnede Hunter’ın Travis’e kurduğu şu cümle filmde işlenen yas temasını açıkça gözler önüne serer; “Ben hiç senin öldüğünü düşünmedim. Hep bir yerlerde dolaşıp, konuştuğunu hissediyordum.” Aynı diyaloğun bir benzeri ise filmin sonlarına yakın, Jane ve Travis’in odada konuştuğu sahnede de geçmektedir. Jane Travis’in öldüğüne hiç inanmadığını şu cümleleriyle aktarır: “Ben sen gittikten sonra senin için uzun konuşmalar yazdım. Sürekli seninle konuşuyordum. Yalnız olduğum halde aylarca seninle konuşarak dolaşıp durdum.”
Wim Wenders filmde bu cesaretsiz iki karakteri unutulmaz bir yüzleşmeye sürükler ve filmin her dakikasında karakterlerin iç mücadelesine tanıklık ederiz. Wenders’ın basit bir anlatıcıdan çok daha fazlasını amaçladığı aşikardır. Amacı, imkânsız görünen bir uzlaşı ve yabancılaşıp yas sürecine dönüşmüş bir ilişkiyi yepyeni bir düzlemde ele almak ve sözlü ikrarların da yardımıyla geçmişi kapatmaktır. Filmde geçmişini kabullenenin yola devam etmesi gerektiğini savunulmuştur. Geçmişe dönmenin, geleceğe adım atmak kadar acı verici olduğunu farkına varan Wenders, izleyicinin dahi bu sonucu kolay kabul etmeyeceğini bilir…
Hemen filmi izlemeye koşuyorum 😮