Bu yazı kendi içimden kopup gelen ve bu romanın içinde bulunan alıntılarla birleşip gelenlerin toplandığı yerdir. Önce bu birleşmeye gelmeden ''Kinyas ve Kayra'' ile yani Hakan Günday ile nasıl tanıştığımı anlatmalıyım bence. Kinyas ve Kayra romanını bir arkadaşım önermişti bana. Bu arkadaş işte kitapları asla bitirmeyen her zaman yarıda bırakan bazen ki yarısına bile gelmeyen bir arkadaştı. Güneşli ama bir o kadar da keskin bir ayaza sahip olan bir günde Kadıköy sahilde buluşup samimi bir kafe arayışımız ile başlamıştı aslında o gün. Her yerde binbir çeşit kafe vardı belki ama biz samimi, oturup çay ve sigara içebileceğimiz siktir boktan hayatlarımız üzerine felsefe yapabileceğimiz bir kafe arıyorduk aslında . 15-20 dakikalık yürüyüşümüzün ardından eski yıkık dökük görünümlü ama dışarıdan bakıldığında ise samimi görünen bir kafe bulduk ve oturduk. İnsanlar da böyle değil midir zaten dışarıdan bakıldığında yüzü asık hüzünlü gözüken insanların yanına gitmezler mi samimi bulup ? Yürürken başlayan muhabbetimiz aynı hararetiyle devam ediyordu ki bir mesaj aldı arkadaşım ve benle olan sohbetine perde çekip oradaki hayatına devam etti. Benle buluşup telefonla uğraşan insanları pek sevmesem de değer verdiğim biri olduğu ve gelen mesajın ne kadar hassas ve önemli olduğunu bildiğim için bir çay daha söyleyip bir sigara daha yaktım. Bir sigara daha bir çay daha bir sigara daha bir çay daha ... Derken aradan geçen yarım saatten sonra çantamdan Cemil Meriç'in Bu Ülke kitabını çıkarıp içinden çizdiğim bir kaç satırı yüksek bir sesle okumaya başladım. Okuduğum satırlardan sonra aslında serzenişimi anlayan arkadaşım kısa bir süreliğine telefona ara verip bana ' Cemil Meriç'in kitap okumaktan kör olduğunu biliyor musun? ' demesiyle başlayan edebiyat muhabbetimiz . ''Geçenlerde bok gibi hissettiğim günlerden birinde bir kitap okuyordum gerçekten insanı depresyona sokacak ama bu kitabı bitirmeye kıyamıyorum dediği bir kitaptı'' demesiyle, bana aslında Kinyas ve Kayra'nın ön tanıtımını yapmış oldu. Ve sonra kitabın içinden anlattığı bir olay bana çok acil bir şekilde kitaba ulaşıp okumaya başlamam gerektiğini hissettirdi. 'Bir namlunun ucunda başlıyorlar kitabı yazmaya kitabın içinde ' ve kitap başladı...
Kitabı okumaya başlamadan önce Galata taraflarında bir arkadaşımla kahve içip sohbet ediyorduk. Ve sonra konu dertlerimle baş edemiyoruma geldi hatta psikoloğa gitmeyi düşünüyorum muhabbeti bile açıldı. Ben ise o arkadaşıma belki aynı dertleri paylaşmıyoruz ama her insanın hayatında belki de kimsenin hayal edemeyeceği bir derdi mutlaka vardır. Ve herkesin o dertlerini bir şekilde keşfettiği çözüm yöntemi vardır dedim. Tabi ki de bana karşılık olarak senin dertlerinle çözüm yöntemin ne dediğinde başladım anlatmaya. Ben çok derdim olduğunda, dertlerimden yorulduğumu hissetmeye başladığımda kendimi odamın girişindeki halıya atıyorum ve ayağımı duvara dikip arkadan tıngırdayan müzik eşliğinde bu derdimi kendi içimde yaşadığım diğer hayatımda çözüyorum dedim. Ama şöyle bir şey var kendimce terapi olarak adlandırdığım bu olayı ben aslında dertlerimi çözmek için yapmıyordum en başlarda sadece ve sadece senelerce kaldığım yurttan bana bir armağan olarak kalan bu halıda uyuma özelliğini tekrar etmek için yatmıştım en başta halıya sonra ise sırtım tutulana kadar ve belim ağrımaya başlayana kadar başka bir hayatta yaşadığımı keşfettim aslında benim için bir portaldı o kapımın girişindeki halı. Kendime açılan bir portal. Bu olayı anlattıktan sonra o gün İstiklal Caddesi'nde adını asla duymadığım bir kitap evinden Kinyas ve Kayra'yı satın aldım. Eve gider gitmez okumak için çalışma masama oturdum ve sarı loş ışığımı yaktım. Ve bir süre sonra altını çizeceğim ilk satırı okudum:
''Sadece düşünüyordum. Hatta vücudumu sadece belli bir duruş şekline getirdiğim zaman en verimli biçimde yoğunlaşabildiğimi fark etmiştim. Odamda bol olan tek duvarıma dönük bir şekilde yere oturuyor, beş dakika, kadar hareketsiz kalıyordum. Daha sonra sırtımı yere bırakıyordum. Bacaklarımı duvara yaslayıp doksan derece açıyla, duvar ve zeminin birleştiği köşeye bedenimi yapıştırıyordum. Önceleri bacaklarım havaya doğru dik durduğundan daima hantal olan etim, bazı ağrılar çekmişti düşünme hareketi yaparken. Son pozisyon ise duvara yaslanmış olan bacaklarımla bağdaş kurmak oluyordu.(...) Bir saate yakın aynı şekilde duruyor, kendimi ve hayatı düşünüyordum. Yoğunlaşma bazı sorunlarla başlıyordu. Yaradılışımı, geleceğimi, çevremi, insanların farklılığını, duygularımın çeşitliliğini sorguluyordum. Kendimi dinlemeyi öğrenmekti bu yaptığım. Çünkü duyabilecek kadar yüksek bir ses vardı içimde. Bunu fark edince, dünya üzerindeki bütün insanlar birden yok olsalar dahi yalnız kalmayacağımı anladım. Çünkü ağzımdan çıkan, başkalarının duyabildiği bir sesin yanında, içimde yankılanan ve kimsenin varlığından bile haberdar olamayacağı başka bir ses daha vardı.''
İşte bu alıntıyı okuduğum zaman bu kitabın hayatımda önemli bir yere sahip olacağını anlamıştım. Kitabı okumaya devam ediyorum tabi ama gerçekten bitirmeye kıyamıyordum bu kitabı her bölümünde kendimden bir parça buluyordum. Şimdi mesela kitabı okurken ''Acaba ben Kinyas gibi miyim yoksa Kayra gibi mi?'' düşünmeden duramıyorsunuz. Ben bu kitabı okurken hem Kayra'nın bölümlerinde hem de Kinyas'ın bölümlerinde buldum kendimi.
Aşk hayatım kendimi bildim bileli hiç iyi değildir ve uzun bir süredir hayatımda kimse de yok. Belli başlı zamanlar oluyor ve insan gerçekten keşke hayatımda biri olsa ve onunla oturup sohbet edebilsem veya hayatımın parçalarını onunla paylaşabilsem diye düşünmeden edemiyor. Ama bu zamanların aksine bende daha yoğun olan bir şey var yalnızlık sevdası . Ben kendimi keşfetmeye başladığımdan beri insanlarla her zaman iletişim içerisindeyimdir aslında ama her zaman kendimi insanlarda uzak insanları pek fazla sevmeyen biri olarak tanımışımdır. İşte kendime böyle alıştırdığımdan dolayı mı yoksa gerçekten karşıma benim hayatıma engel olmadan hayatımı yavaşlatmadan yeni bir hayat oluşturabileceğim biri mi çıkmadı yoksa Kayra'nın da dediği gibi :
''Belki de tek sorun şuydu: biz ne istediğimizi bilememiştik hiçbir zaman. Ve dolayısıyla her şeyi deniyorduk. Belki görünce istediğimiz, uğruna yaşadığımız şeyi hatırlarız diye.''
Belki de gerçekten Kayra'nın dediği gibi yalnızlık yanında birinin olmaması değildi. Çünkü ben her zaman neredeyse kendimi yalnız hissederim oysa ki arkadaş sıkıntısı hiçbir zaman çekmemişimdir. Kayra yalnızlığı şöyle tanımlıyor:
''Kolay değildir yalnızlık. Öğrenilmesi gerekir. Tabii eşleri öldükten sonra otuz dört yıl evlenmeden yaşayan yaşlı kadınların yalnızlığı değil bahsettiğim. Daha çok benim gibi, kendini dünya üzerinde yaşayan tek canlı olarak gören ve hisseden adamların yalnızlığından bahsediyorum. Böyle bir tercihin nedeni yıllarca düşünülse bulunmaz. Çünkü tek bir nedeni yoktur insanları reddetmenin. Uzun bir süreçtir. Dokuz yaşlarında başlar ve gerçekten yalnız kalana kadar devam eder. Yalnızlık paranın çektiği dostluklarla, fahişelerle bozulur arada bir. Sonra hepsi biter...''
Ben bir insan olmak dışında aynı zamanda siyaset bilimi öğrencisiyim ve gerçekten siyasetle uğraşmak geçmişten günümüze siyasi tartışmaları anlaşmaları inceleyip o zamandaki insanlar üzerine yorum yapabilmek bana zevk veriyor. Ama şunu da biliyorum ve Kayra'nın dediğine katılıyorum:
''İnsanların icadı, kolay ve acısız bir sömürü yoluydu politika. Tıpkı bütün diğer insani kurumlar gibi. Para gibi.''
Hani yukarıda bahsettim ya ben yalnızlığa aşığım diye evet gerçekten yalnızlığa aşığım kendimle vakit geçirmeye doyamıyorum bitiremiyorum kendi keşfimi bir türlü. Edebiyatla ilgilenmeye başladığımdan ( Lise 2 ) beri hep bir hayalim vardır. Tek başıma kimsenin olmadığı bir evde yaşamak. Nasıl aklımın içinde gereksiz insanların yer edinmesini istemiyorsam. Kimse evimde de barınmasın istiyorum. Tek başıma kimsenin olmadığı 1+1 çatı katı kendime ait bir alanım olan bir ev sadece Kayra gibi okyanusun yanında denize sıfır bir ev istemiyorum oysa ki :
''Aslında civarda okyanusa açılan pencereleri olan bir ev bulup yıllarca hiçbir şey yapmadan da oturabiliriz. Ve üstelik kaçınılmaz sonumuz olan zihinsel ölümümüze de büyük yardımcı olur... Ama biliyorum, izin vermeyecek insanlar rahatça kendimizi yok etmemize. Arkadaş olacaklar. Âşık olacaklar. Sırdaş kesilecekler başımıza. Robinson'un bile yanına Cuma'yı veren dünya, üzerinde yaşayan bütün insanları tanıştırma gibi hastalıklı bir saplantıya sahipken uzak kalmamız çok zor olacak gündüzün ve gecenin seslerinden... Ve o yeri bulana kadar gideceğiz Kinyas'la. Benzin bitene, nefesimiz tükenene kadar değil! O yeri bulana kadar...''
Bazen insanların aksine çok saçma hareketler yapabiliyorum ama bunun farkında olmuyorum yeri geliyor gereksiz olgun davranıyorum ve gerçekten bunun da farkında olmuyorum . Olgunluğumun ve saçmalığımın farkına varabilmem gerekiyor ama aşırı saçmaladığım zamanlara geri döndüğümde bakıyorum ve gerçekten mutluydum o zamanlar hiçbir şeyi düşünmeden deliler gibi hareket ettiğim o zamanlar. Böyle saçmalamaya başladığımda arkadaşlarım genelde deli misin kanka kendine gel istersen dediğinde oradan bakıldığında akıllıya benzer bir halim mi var derim. Ve sonra kitaptan bir kesit gelir aklıma :
''Ama belki bir gün başkaları da hisseder. Başka insanlar da benden sonra anlarlar mevcut insan ırkının sakat olduğunu. Anlarlar belki de, delilerin dünyanın gerçek efendileri olma ihtimalini ...''
Kinyas ve Kayra'yı okumaya başlamadan önce internette bir kaç yorum okuyup bir kaç video izledim hakkında. Ve yorumların çoğunda Hakan Günday'ın bu roman içinde hayatın ve dünyanın pisliklerine, düzensizliğine ve sıradanlığına değindiğinden bahsediliyordu. Haliyle böyle bir yorum okuduktan sonra kitapta böyle bir ana denk geldiğinizde aklınıza gerçekten neye gönderme yapılıyor acaba diye düşünmeden edemiyorsunuz. Biliyorsunuz ki insanlar azınlıkları her zaman dışlarlar ve azınlıklar devamlı bir şiddet veya hakarete maruz kalırlar. Hakan Günday bu azınlık problemini aslında çok güzel ele alıyor. Olayları anlatmayacağım ama alıntıyı şöyle sizlerle paylaşabilirim:
''Bu sefer kimse linç girişiminde bulunmadı çünkü yamağı düzenlerin sayısı ahlakçılık oynayanlarınkini geçmişti. Kanıksanmıştı çocuğun kalçalarının lezzeti. Ama ilk hareketi yapıp dişleri paramparça olan adam, tabuyu yıkan kişi olarak, bütün insanların günahlarına karşılık çarmıha gerilmiş İsa gibi, yolculuk boyunca hücresinde tutuldu.''
Herkesin hayatında bir dönüm noktası veya dönüm noktası kadar önemli olmasa dahi asla unutamayacağı bir anısı vardır. Benim dönüm noktam olmasa dahi hayatımda gerçekten önemli bir an olan bir günü anlatacağım size. Bu anımı aslında çoğu insan bilmez ama kendi duygu ve düşüncelerimi yaşayışımı hatta hayatımı yavaş yavaş insanlara açmaya ve beni tanımaya başlamasını istediğim için şu an bu yazımı okuyan sizlere bunu anlatmak istiyorum. Çok geçmedi üzerinden aslında çokta önemli değil bakınca sadece bir aşk hikayesi. Aşırı yağmurlu ama soğuk olmayan bir gün. İlk başlarda bahsettiğim iki arkadaşımla oturup yine bir şeyler içip lakırdı yapıyoruz. Ve ben gerçekten çok saf ve temiz duygularla sevdiğimi düşündüğüm birini o arkadaşlarıma anlatmıştım ve o gün gidip konuşsan ne kaybedersin dediler ve beni mitingi hiç dinlenmese bile bağırdığı için alkış alan siyasetçinin özgüveni kadar özgüvenle doldurup arkadaşla konuşmam için beni ikna ettiler. Neyse olayın önemli kısmı gerçekten burası değil. Gittim konuştum usulümce reddimi yedim ve moralim bozuk bir şekilde konuşacak birileri yaslanacak omuzlar aradım. Oysaki aslında yapmam gereken kendimle kalıp benimle birlikte ağlayan gökyüzü eşliğinde sigara içip eve dönmem olmalıydı. Lafı çok uzatmadan asıl anlatmak istediğim olaya geliyorum. Yüzüm asık ve yorgun bir şekilde geç bir saatte eve dönmeye karar verdim. Ve evin kapısına kadar bok gibi göründüğümü biliyorum. Gözler şiş yüz kızarık ama eve adımımı attığım anda mükemmel bir sahte gülümseme ve kimseye derdimi anlatamam düşüncesi ile eve girdim zaten anlatsam dahi saçma sapan şeylere bağlayıp konuyu başka bir yere çekecekler o yüzden asla evdekilere hiçbir şey anlatmadım ve sabahlara kadar şarkı dinleyip kafamda bir şeyler kurdum. Aynı Kinyas'ın çocukluğunda yaptığı gibi:
''Herkes yattıktan sonra uykusuzluğu yeni yeni keşfeden bir çocuğun gece siyahtan laciverde dönene kadar kulaklıkla müzik dinlediğini, penceresinden vücudunun yarısını çıkarıp korka korka sigara içtiğini hatırlıyorum. Ülkemdeyken yat borusu sabah ezanıydı. Onu duyunca paniğe kapılırdım. Çok geç kalmışım, derdim. Bir an önce uyumalıyım. Bazen de aileden biri gecenin ortasında uyanırdı. Ben nefesimi tutardım. Duyulmasın hiçbir şey! Anlaşılmasın uyuyamadığım! Anlaşılmasın herkes uyurken benim odamda çıplak ayakla volta attığım! İçimden söylediğim Rezilos şarkıları eşliğinde... Ben o kalp çarpıntılarını çok sevmiştim. O korkularımı. Uykusuzluğun en güler yüzlü tarafıyla tanıştığım dönemi... Bir iki saat gözlerimi kapatır. Annemin beni okula gitmem için uyandırmasını beklerdim.''
İnsanları her zaman üzmekten kaçınmaya çalışmışımdır. Her zaman insanların dertlerine koşup hiçbir şey yapamasam bile en azından dertlerini dinlemeye çalışmışımdır ki bence bu da önemli bir adım dertlerin silinmesi için. Son zamanlarda insanların aslında beni aksattığını hayatlarında hiçbir önemim olmadığını hissetmeye başladım. İnsanların davranışlarının çoğundan nefret ediyordum. Özellikle hiç haz etmediğim bir insansa yaptığı en ufak hareketle kafasını duvara geçirmek istiyordum belki de ama tabi ki bunları yapacak kadar ne caniyim ne de cesaretli ben sadece laflarımla ezerim insanları. Beni aksatan bu insanları hayatımdan çıkarmaya başladım. Görüşmemeye başladım veya görüşsem bile pek mutlu olmadım. Eskiden de insanları hayatımdan çıkarırdım ama dönüp acaba gelecek mi diye bakardım ama bu sefer Kayra'nın dediği gibi '' Terk ettiklerimi dikiz aynalarında aramak artık acıtmıyordu beni ...'' İnsanlar gerçekten birilerinin kalplerini kırmaktan asla çekinmiyorlar ben her ne kadar bundan sonra kendimi düşüneceğim desem bile hâla kendimden bir parçayı insanlar için harcamaya devam ediyorum. Ve insanların kalplerini kıran insancıklara Kayra'nın fikrini uygulamak lazım bence : ''Tabii bilmiyorlardı sayısını unuttuğum kadar insanın hayatını mahvettiğimi. Bilmiyorlardı annemi, babamı kahrettiğimi. Bunlar bir yerlerde suç olmalı! Bir yerlerde insanları hapse atıyor olmalılar, başkalarını öldüresiye üzdükleri, derin mutsuzluklara ittikleri için. Belki cinayetlerin değil ama intiharların azmettiricileri oldukları için cezalandırılması gerekir birilerinin. Ama daha keşfedilmediği için, bunu yapmış olanları saptayamayacak bir makine, kandaki alkole benzemediği için kötülük, bıraktılar beni de.''
Son zamanlarda kimseye karışmadan kendim için zor zamanlar geçiriyorum ve çok dolu olduğumu fark ediyorum, hayata karşı çok dolu olduğumu, insanlara karşı çok dolu olduğumu fark ediyorum ve bu doluluklarım ya sinir krizlerine dönüşüyorlar ya da gözlerimde dökülmemek için zor duran göz yaşlarına her hatırladığımda bu dolulukları. Ama gerçekten ağlamaya başlarsam hiç duramam. Kayra'nın da dediği gibi ''Ben ağlamam dedim kendi kendime. Kurutamam gözyaşlarımı çünkü. Başlarsam duramam diye ağlamam. Bütün damarlarım, kemiklerim çıkar gözpınarlarımdan. Geriye tek bir derim kalır...''
Benim anlatmak istediklerim bu kadar arkadaşlar. Aslında anlatacak çok fazla şey var ama bu kitapla birlikte bu kadar diyelim. Altını çizdiğim çok fazla daha yer var aslında ama insanlara kendini açmak bu kadar kolay değil onları da kendime saklıyor ve sizlere elveda diyorum.
Kurumuş bir yaprağın lodosa boyun eğmesi gibi insan da yalnızlığına boyun eğmelidir. Yalnızlığın çelikleşmiş iskeletine karşı çıkmaktansa, onda keşfedilmeyi bekleyen binlerce bilinmeyeni aramaya çalışmalıdır. Yalnızlık, insanın içindeki gizli mabettir...