Maksim Gorki : Çocukluğum, konuşuyoruz bugün. Wannart'a uzun zaman sonra tekrar geri döndüm ve burada yazmaya tekrar başlamak için heyecanlıyım. Bugün sizlerle Gorki'nin Çocukluğum kitabındaki bazı alıntılarla sohbet edeceğiz. Daha önce Hakan Günday'ın Kinyas ve Kayra'sı ile ettiğimiz sohbete benzer bir biçimde sohbet edeceğiz. Gorki ile ilk defa tanıştım. Benim için güzel bir başlangıç olduğunu düşünüyorum.
Bu kitaba ilk başlarken klasik bir Rus edebiyatı okuyacağımı düşünüyordum. Lakin Gorki'nin dilinin (en azından şimdilik benim için öyle) diğer Rus yazarla nazaran daha hafif ve akıcı olduğunu fark ettim. Düşünceleri daha elle tutulabilir ve daha anlamsal geldi. Betimlemeleri daha hoş ve canlandırılabilir. Unutmadan şunu da eklemek istiyorum, ben bir edebiyat eleştirmeni değilim sadece ve sadece bir okurum.
Bu kitabın sonlarında doğru gelirken bana başka bir kitabı anımsattı, ama bir türlü hangi kitabı anımsattığını bulamadım. Ve kitabın son sahnelerinde sanki, Alper Canıgüz'ün Alper Kamu'su ile sohbet ediyormuş onun anılarını okuyormuş gibi hissettim. Kalemleri benzettim ve psikolojik alt yapılarında bence tanışıklıkları var. Neyse konuyu çok da dallandırıp budaklandırmadan Gorki ile konuşmaya başlasak güzel olur.
Yoğun, renkli, anlatılamayacak kadar garip bir hayat başlamıştı ve korkunç bir hızla akıp gidiyordu. Bana, iyi yürekli, ama katı, acımasız gerçekliği yumuşatmaya kalkışmayan yetenekli bir sanatçının anlattığı bir masalı anımsatıyor.
Bu alıntıyı neden çizdiğimi ilk başta tam olarak hatırlamasam da sonradan idrak ettim neden çizdiğimi. Son zamanlarımda gereksiz bir şekilde süratli akan ve asla dinginleşmeyen bir hayat yaşıyorum. İlk başlarda hayatın bu hızlılığına yetişemesem de şimdilerde ben de hayatı kendi içsel dinginliğimle durdurmaya başladım ve orta yolu bularak koşmadan beraber birbirimizi yormadan yürümeye başladık. İnsan hayatla anlaştığı zamanlarda her şey çok güzel olacakmış gibi hissediyor. Hayat her şeyi altın bir tepside bizlerin önüne sürecekmiş gibi hissettiriyor. Ama
''Ama gerçek, acıma duygusundan üstündür''
İşte bu cümleyi okuduktan sonra bir şey tak etti bende. Artık her zaman hayal dünyasında yaşayarak bu hayatı idame ettiremezsin. Herkes senin düşündüğün gibi düşünmeyecek ve her zaman iyilik yapmayacaklar. Sığındığın insanlar seni vurmaya çalışacak belki de. İşte o an da gerçeklerin ne olduğunu anlayacaksın. Ben her zaman insanları kendim gibi sanar, onları olduğu gibi kabul etmeye çalışırdım, ama onlar bizleri olduğumuz gibi kabul ediyor muydu? Bu soruların ardı arkası kesilmiyor ve gerçeğin bile ne olduğunu anlayamayacak kadar çok koşturmaya başlıyoruz. Bazen de gerçeği bilmemize rağmen bir kafe de oturup kahvemizi yudumlarken hayal kurmaktan zarar da gelmez.
''Uzunca bir süre çıt çıkarmadan oturduk. Sessiz, sakin, çevredeki her şeyin canlılığını gözle görülür derecede kaybettiği, her saat biraz daha çoraklaştığı, toprağın o bereketli yaz kokularının bittiği, soğuk nem kokmaya başladığı, havada garip bir saydamlığın olduğu, kızıla bürünmüş gökyüzünde amaçsızca uçuşan karhaların insanı hüzünlendirdiği yaz sonu akşamlarından biriydi. Her şey dilsiz ve sessizdi; her ses, kuşların kanat çırpışı, dökülen yaprakların hışırtısı insanı büyük bir gürültüymüş gibi korkutup ürpertiyor, sonra yine o kaskatı sessizlik, donakalmışlık başlıyordu. Tüm toprağı, her şeyi saran sessizlik insanın içine doluyordu. İnsanda en arı, en ince düşünceler de böyle anlarda doğuyor sanki; ama bunlar örümcek ağı gibi saydam, uçucu, ele geçmez, söze dökülmez şeyler oluyor... Bu düşünceler insanın ruhunu üzüntüden yakıp tutuşturarak, onu aynı anda hem yatıştırıp hem de rahatsız ederek, kayan yıldızlar gibi bir an parlayıp kayboluyorlardı ve ruh kaynayıp eriyor, hayatımız boyunca koruyacağı kesin biçimini alıyor, kişiliği oluşuyordu.''
Bu satırların her harfi tek tek kalbimden vurulmuşa dönüştürmüştü beni. Tam anlatıldığı gibi bir anda İstanbul Sirkeci Gar Çaycısında bacak bacak üste atmış, çayımı masamda soğuturken bu satırları okuyordum. Kim bilir kaç saattir orada oturuyordum çünkü belim sırtım ve boynum ağrımaya başlamış hatta biraz daha otursam muhtemelen tutulacaklarmış. Son satırı okuduktan sonra şöyle gerinerek kafamı yukarı kaldırdım. Gökyüzü yine şov yapıyor ve o kızıl gökyüzünün arasından martılar bir hücumla uçuşuyorlardı. İşte o anda anladım yaşamanın ne kadar güzel bir şey olduğunu, işte bu yüzden hakkını vermek gerekliydi yaşamanın. Kitaplardaki satırlarla sadrımdakilerin tevafuk olması beni her zaman çok etkilemiştir. Ve böylece her zaman daha da fazla okumaya çalışmışımdır. Belimin ağrıması yaşlılıktan da olabilir ama ben romantize etmek istedim..
''On bir yaşında bir çocuk değil de, yüz yaşında bir yetişkinmiş gibi hemen hep geçmiş zaman kipiyle, hep hüzünle konuşurdu. Hatırlıyorum da, elleri ufak, parmakları incecikti; kendisi de tümüyle ince, kırılgan bir çocuktu sanki. Gözleri ışıl ışıldı; ama kilise kandillerininki gibi yumuşacık, insanının içini ısıtan bir ışıktı bu. Kardeşleri de onun gibi sevimliydiler, eksiksiz bir güven duygusu uyandırıyorlardı bende; sürekli onların beğenecekleri, hoşlanacakları bir şeyler yapma isteği duyuyordum... yine de en beğendiğim, ağabeyleriydi.''
Bu satırlarla ilgili söyleyeceğim çok fazla şey yok aslında, sadece bana beni anlatmak gibi geldi ve o yüzden çizdim. Yazın staj yaparken departmandan bir arkadışımız ben konuşmaya başladığımda hep sanki 40 yaşındasın ne bu konuşmalar derdi, teşekkürler Gülo bana genç olduğumu hatırlattığın için. :)
''Yaşadığım hayat hiç hoşuma gitmiyordu; umutsuzluk benzeri bir duygu içindeydim, ama nedense sürekli bunu gizlemeye çalışıyor, olay çıkartıyor, yaramazlık ediyordum.''
Yaşadığım hayattan şikayetçi değilim, isyan hiç etmiyorum ama umudumu kazanmam için çok fazla çabalamam, çok fazla koşturmam gerekiyor. Benim için zor denecek zamanlar geçirdim. Yalnızlaştım, kendimi yalnızlaştırdım. Yalnız kalmadım öyle olsaydı mutlu olurdum belki ama yalnız hissettim. Ve bir süredir huzurumu bulamıyorum. Kendimi bir labirentte kaybolmuş ve ne olursa olsun çıkışa ulaşamayacak hâlde koşarken buluyorum. Belki de bir ağacın gölgesine sığınıp dinlenmem gerekiyor biraz da.
Hayatımın anlamsızlığını biraz daha anlamlandırmak için son zamanlarda işe girdim ve düzenli olarak hem okuyor aynı zamanda da çalışıyorum. Aslında bir yandan iyi gidiyor. Çünkü amacıma ulaşmış gibiyim. Hayatımın anlamsızlığını anlamlandıramadım belki ama artık hayatımın anlamsızlığını hissetmiyorum, fark etmiyorum. Çünkü artık düşünecek bir fiziksel gücüm ve vaktim yok. İnsanların bir hiç uğruna, iki üç kuruş para uğruna hayatlarını böyle yaşamak zorunda olmaları çok üzücü. Kimsenin çalışmasına, emek vermesine laf etmiyorum ama keşke çalıştığınız kadar da kazanabilseniz, çalıştığınız kadar gezebilseniz, okuyabilseniz.. Siz metrodaki uyuyan dostlarım, kafalarını sürekli aşağı düşürüp yukarıda tutmaya çalışan arkadaşlarım sizlere sesleniyorum. Hakkınızı, canınızı ve kendinizi ezdirmeyin lütfen.
''Çok sonraları anladım ki yoksulluk ve sefalet içinde yaşayan Rus halkı, kendilerini acılarıyla eğlendirmeyi, onlarla çocuklar gibi oynamayı pek seviyor ve mutsuz olmaktan nadiren utanıyordu.
Bitip tükenmek bilmeyen tekdüze çalışma günlerinde acı bayrama, yangın da eğlenceye dönüşebiliyordu; anlamsız, bomboş bir yüzde bir sıyrığın süs olması gibi...''
Unutmayın sevgili okurlar, düşündüğümüz sürece var olacağız. Düşündüğümüz kadar varız.
Gorki ile olan sohbetimiz şimdilik bu kadardı. Umarım okurken keyif alır sizler için de güzel bir soluk olur. Sevgiyle kalın..
Yorum Bırakın