Edebiyatımızın ilk felsefi ve gerçeküstü kitabı Filibeli Ahmet Hilmi'nin A'mak-ı Hayal'inden merhaba.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki Türk Klasiklerine dair okuduğum en iyi kitap oldu. Hatta bu kitabı okuduktan sonra yeni klasikleri büyük bir hevesle sepetime eklediğimi söyleyebilirim.
Gelelim kitabın konusuna.
Başkarakterimiz Raci ailesi tarafından din ve ahlak kurallarıyla büyümüş. Sonra bilgilendikçe başka fikirler de mantıklı gelmiş ve tüm mantıklı -birbirinin zıttı- düşüncelerin arasında kaybolmuş. Bir gün mezarlıkta gezerken kendini keşfetmiş ve aklından şunlar geçmiş: "Ben küfür ile imandan, ikrar ile inkârdan, tasdik ile kuşkudan meydana gelmiş bir şey olmuştum." Kendiyle yüzleşmesi onu nereye gittiğini bilmediği yollara sürüklerken tuhaf ve yaşlı olan Aynalı Dede ile karşılaşmış ve farklı diyarlara yolculuğu başlamış.
Okurken aklıma Siddhartha ve Gece Yarısı Kütüphanesi kitapları geldi. Onları sevdiyseniz bunu da seveceğinizden eminim.
Nereden biliyorum?
Ailesinden, evinden, memleketinden uzaklaşıp kendini arayan Siddhartha'yı hepiniz biliyorsunuz. Farklı yolculuklar yapar, insanlarla tanışır, olaylar yaşar ve en sonunda arayışı sonuca kavuşur. Burada da benzeri bir kendini arayış söz konusu.
Son zamanların popüler kitabı Gece Yarısı Kütüphanesi'ni okuyanlar Nora'nın farklı olasılıklardaki kendinin yerine geçtiği hatırlar. Burada da bir nevi aynı şeyi görüyoruz ama en büyük fark Raci sadece kendisi değil aynı zamanda savaşçı, imam, derviş, padişah, canavar olarak da var oluyor. Uyuyor uyanıyor sonra bir bakıyor farklı bir statüde, farklı bir formda ve o haldeyken yeni kişiliğinin doğumundan o anki ana kadar neler yaşadığını ve sonrasında neler yapması gerektiğini biliyor. Sadece kendi zamanında da değil üstelik. Bir bakıyoruz peygamberlerin sohbetindeyiz, bir bakıyoruz Buda'nın. Bir bakmışsınız Kaf Dağında'yız, bir bakmışsınız Olimpos'ta, Zeus'un yanında. Ölülerin ruhlarının yanına gidip Platon ve Aristoteles'i arayan Sokrates'i bile görüyoruz. Hatta filozof kavramını ilk kullanan ünlü matematikçi Pythagoras Raci'den övgüler alınca: "Oğlum, burası dünya değil. Bu yüzden yalana hacet yok." diyor ve yüzümüzde bir tebessüm oluşuyor.
Tabii biz farklı âlemlere gidip gelirken maddenin, varlığın, hayatın, iyinin, kötünün, güzelin, zenginliğin sorgulamalarını da yapıyoruz. Hatta Raci bir dönüşünde arkadaşıyla karşılaşıyor ve onu değişmiş, artık bir filozof, derviş gibi konuştuğunu gören arkadaşı delirdiğini düşünüp yardım etmeye bile çalışıyor.
Sizce de delilik çok basitleştirilmiş bir kavram değil mi? Dünyayı, evreni anlamaya çalışan; hakikatin peşinde koşa biri gerçekten deli mi?
Aziz Nesin'in "Deliler Boşalıyor" diye bir hikayesi vardı. O hikayede deli oldukları savunulup tımarhaneye kapatılan akıllı insanlar yönetimi ele geçirip daha adil bir sistem yapıyorlar ve şimdi dünyanın daha iyi bir yer olduğuna kanaat getirip kapattıkları akıllı diye nitelendirilen insanları özgürlüğe kavuşturuyorlar ondan sonra yine adaletsiz sistem geri geliyor. O hikaye geldi aklıma.
Bir de şey vardı. Bir filmde geçiyordu galiba: "Asıl deliler demirlerin arkasında yaşayanlardır." diye. Harbi kim bu asıl deliler?? Adalet, hakikat peşinde olan insanların deli diye nitelendirilmesi neden?
Konuyu daha fazla dağıtmadan tekrar kitaba dönelim. Kitabın başındaki Raci ile sonundaki Raci arasında büyük bir fark var evet peki bu yolculuğa eşlik eden biz okuyucular?
Defalarca okuyabileceğim, her okuduğumda farklı tat alabileceğim bir kitap oldu. Mutlaka okuyun, okutun. Gerçekten popüler olması ve herkesin bilmesi, okuması gereken bir kitap diyerek yorumuma son veriyorum.
Yorum Bırakın