"Düşeceksin oğlum.”
Çocukluğumda en sık duyduğum cümle bu olsa gerek.
Bu uyarının ardından “Kitap okuyacak başka yer yok mu?” gelirdi genellikle.
Bahçedeki armut ağacının kalın iki dalının arasında olurdum genellikle; elimde bir kitap. Dedemin telaşlı uyarıları kitaplarda daldığım maceralardan ayıramazdı ki beni… Hoş, o da bilirdi ya armut ağacından düşmeyeceğimi; yıllar önce elleriyle diktiği ağacı bana hediye etmişti. Armut ağacı benimdi; her dalını bilirdim.
Armut ağacım benim için Pal Sokağı Çocukları’nda iki çocuk grubunun uğruna büyük mücadele verdiği o “arsa”ydı. Arsadaki kütük yığınlarının üzerine kaleler kurmuş diğer grubun ele geçirmemesi için savunuyorlardı. Armut ağacıma da benden başkası çıkamazdı. Hele meyvelerinin olgunlaştığı ağustos ayında.
Pal Sokağı Çocukları’nı çok kere okudum ama armut ağacında okuduğumda verdiği hissi hâlâ hatırlarım. Kitaptaki çocukların ismini telaffuz etmekte zorlanıyordum. Hele yazarı Ferenc Molnar’ın adını ezberimde tutmak çok zordu benim için. Nemeçek’i öğrenmiştim doğal olarak; sonra Pal Sokağı Çocukları’nın lideri Boka’yı. Benim okuduğum baskıda Kızıl Gömlekliler’in liderinin ismi Türkçeleştirilmişti; Frenç Atş değil Ateş Feri diye bir isim verilmişti. Bu isim çok hoşuma gitmişti. Ben Ateş Feri’ydim…
Dalların arasında okuduğum ve macerayı armut ağacıma taşıdığım diğer kitabım Jules Verne’in İki Yıl Okul Tatili’ydi. Verne’in tüm kitaplarını etrafımdaki yaşıtlarım gibi yutarcasına okumuştum: Dünyanın Ucundaki Fener, Kaptan Grant’ın Çocukları, Balonla Beş Hafta, Arzın Merkezine Seyahat, Denizler Altında 20 Bin Fersah, Seksen Günde Devr-i Âlem… Ama illaki İki Yıl Okul Tatili. Altın Kitaplar’dan çıkan sert kapaklı baskının şömizindeki resme uzun uzun bakardım.
En sevdiğim kısmı adaya çıktıklarında ellerindeki malzemenin sayımını yaptıkları bölümdü. Küçük bir çakının, oduncu baltasının, bir parça ipin ya da bir kutu kibritin ne kadar değerli olduğunu düşünürdüm. Ağacımdaki küçük oyuğa bir çakı, bir parça ip, ne yapacaksam artık mutfaktan aşırdığım kibriti sıkıştırmıştım. İlk yağmurda çakı paslanıp kibritler hamura dönünce hazinemi küçük bir torbaya koymayı akıl edemediğime şaşırmıştım. Armut ağacı benim adamdı; vahşi bir ortamı vardı.
Issız bir adaya düşüp hayatta kalma fikri, büyük bir maceraydı. Issız adaya düşen kazazede hikâyesiyle Daniel Defoe’nun Robinson Crusoe’sunun çocuklar için inceltilmiş baskısıyla tanışmıştım. Hatta kahramanının adının Robinson Cruzo olarak okunacağının not edildiğini hatırlıyorum okuduğum o baskıda. Bazen ağacın alt dalına çıkıp benim gibi kitap okuyan kız kardeşim, adaya sonradan gelen Cuma olurdu.
Armut ağacında okuma günlerim onlu yaşlarımın ilk yıllarında yoğundu. Örneğin yine bir adaya düşen çocuklar hikayesi olan Sineklerin Tanrısı’nı lisede, masaya oturup not alarak, kitabın altını çizerek, büyük bir ciddiyetle okumuştum. William Golding’in basit bir ıssız ada macerası sandığım romanda çok daha derin bir tartışmayı yürüttüğünü anlamıştım.
Oysa armut ağacında macera ön plandaydı. Çizgi roman okurdum bolca. Mister No ile Brezilya’nın yağmur ormanlarına giderdim, Kızılmaske ile Afrika’ya, Conan ile Hiborya çağına. Kemalettin Tuğcu romanlarını da okurdum. Fakir ama onurlu insanların acıklı öyküleriyle üzülür; mutlu sonlarıyla sevinir ama dilimin ucunda kalan o acı tatla oturur kalırdım. Beni en çok etkilyen, o kitaplardaki kahramanların hiç parası yokken bir iyilikseverin ısmarladığı çorbayı bol ekmekle yedikten sonra daha tok tutar diye bol bol su içmeleri olurdu. Nedense Altın Bilezik ve Eskici Baba’ydı en sevdiklerim.
Ağlamak yakışmazdı, serde erkeklik vardı. Ama armut ağacım benim için Süpermen’in Yalnızlık Kulesi gibiydi; birkaç damla yuvarlansa bile kim görecekti. Ama gülerdim de… Şimdiki Çocuklar Harika vardı böyle zamanlarda. Aziz Nesin ne çok güldürürdü beni… En sevdiğim, birisi başka bir kente taşındığı için ayrılmak zorunda kalan iki arkadaşın birbirlerine yazdığı mektuplardan oluşan bu kitabıydı.
Filmlerden hevesle Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’nı da almıştım. Filmlerde gırgırın, şamatanın dozu fazlaydı; kitapta anlamakta zorlandığım eleştiriler vardı. Rıfat Ilgaz’ın eserinin sansürü aşabilmek için toplumsal eleştirilerden arındırılarak sinemaya aktarılmasından hiç hoşlanmadığını çok sonradan öğrendim.
İllaki Vivet Kanetti
Kemalettin Tuğcu ile hüzünlenmek fena değildi ama okurken kıkırdamanın fevkalade bir duygu olduğunu bilirdim. O nedenle yıllar sonra çocuklarıma Pıtırcık serisini okudum. Her ikisine de birer kez okuduğum düşünülürse –ki çocukken de okumuştum- her seferinde çocuklarımla gülmekten karnımın ağrımasına hep şaşırırım. René Goscinny’nin mizahı, Jean-Jacques Sempé’nin harika çizimleri ama illaki Vivet Kanetti çevirisi…
Tüm Pıtırcık serisini tamamlamıştık. Yalnız Goscinny’nin yayımlamadığı sonradan kızı tarafından bulunan iki ciltlik Bilinmeyen Öyküler’i sevmemiştik. Bunları Vivet Kanetti çevirmemişti, belki nedeni buydu ya da Goscinny yazdıklarını yeterince sevmemiş ve o yüzden yayımlamamıştı. O sırada kızım imdadımıza yetişti. Yine Can Yayınları’ndan Şişkolarla Sıskalar’ı bulup getirdi. Hiç bilmiyordum o güne kadar bu kitabı. Andre Maurois’in bu kitabı meğer çocuk edebiyatının başyapıtlarından biriymiş; üstelik Ülkü Tamer çevirisiydi. Şişkolarla Sıskalar’la çok eğlenmiştik.
Çocuklarıma kendi çocukluğumun kitaplarını bir türlü okutamadım. Ama onlar bana yeni yeni kitaplar getirip durdu. Mesela Brigitte Labbe’nin Çıtır Çıtır Felsefe serisini okudum oğlum sayesinde; ama ona Jules Verne’i okutamadım. Sonra Derek Landy’nin Dedektif Kurukafa serisini okudum kızım sayesinde; ama ona Georges Chaulet’in Küçük Fantoma serisini okutamadım. Oysa Küçük Fantoma beni Baskan Yayınları’nın kapılarını açmıştı. Bilim kurgu ile böylece tanışmıştım; Emil Petaja’nın Alfa Cellatları, Isaac Asimov’un Çelik Mağaralar’ı ve Asi Gezegen Tyrran’ı ve tabii Alfred Elton van Vogt’un Uzaylı’sı başucu kitaplarım olmuştu çocukluğumda.
Açlık Oyunları’nın birleştirici gücü
Neden sonra imdadımıza Açlık Oyunları yetişti. Suzan Collins çocuklarla beni ortak bir bilimkurguda birleştirdi. Üçümüz de okuduk bir solukta. O hızla Philip Reeve’in Yürüyen Kentler’ine geçtik. Demek zamanla okuma macerası değişiyor insanın. Yeni neslin armut ağacında kitap okuması gerekmiyor ve illa anne babalarının nostaljiyle andığı çocukluk kitaplarını…
Yine de çocuklarımla her köye gittiğimde armut ağacını gösterip işte şu dalda okurdum kitaplarımı dediğimde “Neden, evde yer mi yoktu” der eğlenirler benimle.
Şimdi tırmanmaya gözüm yemiyor ama, dedemin “Düşersin oğlum” seslenişini anımsayıp bir ıssız adaya düştüğümü düşlüyor gülümsüyorum. Armut ağacımdaki oyukta paslı küçük çakım ve bir parça iplik duruyor hâlâ, belli olmaz lazım olur bir gün…
* 25 Ocak 2014 - Radikal Kitap'ta yayınlandı
Nereden gel Luk'cum sen de yaz, ben arada karalıyorum şuraya diye hedef gösterdim sana yahu! Seviyeyi çok yükselttin ulan! Bizim derlemeler falım sakızı manisi gibi kalıyor fldghvdkrgv