Tüm zamanların en kaliteli, içinde kendinizden mutlaka bir şeyler bulacağınızı garanti eden başyapıt niteliğinde bir filmdir Breakfast Club. Peki neredeyse kabataslak hazırlanmış bir senaryoya sahip bu filmi bu kadar iyi yapan ne?
İşe karakterleri incelemekle başlayalım; "prenses" Claire, "atlet" Andrew, "kaçık" Allison, "beyin" Brian ve "mücrim" John. İzleyen herkesin kendini birisiyle yakın hissedeceği kaçınılmaz gibidir fakat bambaşka renklerdeki bu karakterleri analiz ettikçe filmin sonlarında aslında tek renkten ibaret olmadıklarını, hepsinin içinde geniş gökkuşakları olduğunu fark ediyoruz. Hatta bu renklerin nasıl karıştığını, en beklenmedik kişilerin bir araya gelmesiyle nasıl yakışabildiklerini izlerken bir buçuk saatin nasıl geçtiğini fark etmiyoruz bile. Bunların yanında hademe ve öğretmenin şaşırtıcı sohbetlerine rağmen yine tanıdık gelen karakterleriyle adeta gençlik döneminin bittiği rutine binmiş hayatları da gözler önüne seriyor.
Lise dönemi gençler arasındaki kast sistemi olarak nitelendirilebilecek o keskin arkadaş grubu ayrımını bütün netliğiyle görmek ve adeta bir camın çatlayıp kırılmasını izler gibi bu sistemin o 5 kişi arasında parçalandığını görmek bile yeterince etkileyiciyken film ilerledikçe aslında bu ayrımın kırık parçalardan oluştuğunu fark ediyoruz.
Basit bir lise draması olmaktan hayli uzak, John Hughes'un beşki de en derinlikli eseridir. İzlerken gençlerin kendilerini keşfedip birbirlerini anladığını gördüğümüz ve hatta yetişkinlerin onlarla empati kurmasını sağlayan bu filmi izledikten sonra kendinizi sık sık pazartesi günü neler olduğunu merakla düşünürken bulacaksınız.
"Bizi nasıl görmek isterseniz öyle göreceksiniz; en basit şartlarda, en uygun tanımlamalarla. Ancak biz her birimizin aslında birer beyin, atlet, işe yaramaz, prenses ve suçlu olduğunu fark ettik."
Yorum Bırakın