Philipides, kralın “Dile benden ne dilersen, sana ne vereyim?” sözlerine “Sırlarınızı vermeyin de ne verirseniz verin.” diye cevap vermiş. İşte, insanın “bilmek”le arasına koymak istediği sınırın buz gibi bir örneği...
Bir kralın sırlarını taşımak gibi radikal bir örnek dışında, bir insan gerçekten bilmekten uzak kalmak, bilmemek isteyebilir mi? Nerede, hangi sınırda bilmeyi bir eziyet olarak ya da en azından rahatsızlık verici bir unsur olarak hissedebilir insan? Peki, bilmenin acı verişi yalnız bilip söyleyememekten, vicdanî bir yüke dönüşebilmesinden mi gelir? Hayır elbette. Bilmek, gayet de sadece kendisi olarak, fazla büyük bir yüke dönüşerek acı vermeye başlamaz mı kimi zaman?
Bilmemenin verdiği mutluluğu, bilmenin verdiği acıya tercih etmeyenlerdenim. Çünkü duygular tek boyutlu olmaz. Bilmemek bazen gerçekten de mutluluk verebilir insana, konforlu hissettirebilir. Ancak madalyonun öteki yüzünde acı da vardır gayet. Bu acı, neyin bilinmediğinin farkında olunmasıyla geliyor sanırım. O eksiklik hissi insana geldiğinde, diğer taraftan yarattığı konforu darmaduman edebiliyor. Bu yüzden merak duygumu, hayatta hiçbir şeyden daha geride tutamam. Adalet duygusuyla bile kafa kafaya gelir; ancak adaletin duygusal yandaşları daha güçlü, daha kalabalık olduğu için o galip olur.
Aristoteles’in “Metafizik”inin açılış cümlesi: “Tüm insanlar doğal olarak bilmek ister.” Kendisinden sonra da kaç kere bu durumu özetlemiştir kim bilir... Bilme arzusu, anlama isteği, keşfetme heyecanı bizi müthiş bir güçle dürtülüyor. Yeni şeyler gördükçe, öğrendikçe, hem duygusal hem zihinsel olarak kendimize bir şeyler katabiliyoruz. Bu da dünyayı daha iyi anlamamıza, daha geniş perspektiflerden bakabilmemize olanak sağlıyor. Yine merak duygumuzla yaratıcılığımız, problem çözme becerilerimiz gelişiyor. Bize ateşi keşfettiren de oydu, bu düşünceleri aktarmamı sağlayan yazıyı icat ettiren de. Bu satırların okunmasını sağlayan da aynı duygu, paylaştığım internet ağlarını icat ettiren motivasyonun temeli de...
Nietzsche, merak duygusunun acıları hafifletmede bir araç olduğunu söylüyor. Hayır, bilmenin acı verdiğini falan değil... Merakımız sayesinde kendimizi ve dünyayı daha iyi anlarsak, acıları yönetmede daha başarılı olacağımıza inanıyordu. Hiç de öyle aşırı romantize bir tutum gibi gelmiyor bana. Gayet rasyonel, gayet anlaşılır...
Bu kadar iştahla anlattıktan sonra, merakın risklerinden hiç söz etmeyecek değilim. Hangi sınırda durulması gerektiğini düşünmeye kalkmıştık girişte... Mesela merak ederek kişisel sınırları aşmak, psikolojik veya fiziksel olarak zarar verecek şeyleri yapmaya imkan vermez mi? Bunun yanında meraklı insanlar, sürekli olarak bir şeylerin nasıl olacağına, nasıl gideceğine dair bir kaygı ve endişe taşımaya doğal olarak meyilli olup bununla başa çıkmak için ekstra çaba sarfetme durumunda kalmaz mı? Her zaman bir sonraki şeyi öğrenmek için, keşfetmek için odaklanan insanların, o anda sahip olduklarını gözden kaçırdıklarına şahit olmadınız mı? Ek olarak zihne bu aşırı yüklenme, yorgunluğu, odaklanma sorunlarını beraberinde getirmiyor mu? Hiçbiri değilse, bir başkasının kişisel alanına girme ihtimali, merak dürtümüzü dizginlemek için yeterince gerekli bir sebep değil mi? Buralarda çözüm basit, uygulama zor gibi görünüyor aslında. Bireylerin kişisel alanlara saygılı, hadsiz müdahalelerden uzak bir şekilde, merak duygusuna prim vererek yaşamaya çalışması... Daha meraklı bireylerden oluşan toplumlar daha ileri gidermiş ve daha iyi hayatlar sürermiş uzak diyarlarda, darısı başımıza...
Yorum Bırakın