Düşünme faaliyetine kişisel hayatımda hatırı sayılır bir zaman ayırdığımı gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kimi zaman gayet istemsizce oluyor bu, kimi zaman da en sevdiğim aktivitelerden biri olması sebebiyle bile isteye oturup bırakıyorum kendimi kendisine. Peki, ne oluyor düşünürken? Basbayağı "kendimizle sohbet" değil mi? O zaman diyorum ki: "Bu, senin en sevdiğin aktivite olan ‘sohbet’in kendinle yaptığın versiyonu işte!"...
Kendimizle sohbet ederken neler çıkarmıyoruz ki... Bilinçdışımızın kuytularında duranlar, başkalarına itiraf edemediklerimiz, istemsizce düşünürken duymayalım diye yüksek sesle söylemeden köşeyi dolaşıp kaçtıklarımız, içsel çatışmalarımızda sonuca doğru götüren akıl yürütmeler, hatırlamadığımız ya da unutulmaya yüz tutan deneyimler... Bir başkasıyla edilen sohbetlerden kat kat daha fazla büyük bir özgürlük alanının, kendimizle olanda bulunduğu aşikâr. Elbette bu özgürlük alanını büyükçe bir meydanda var edebilen ilişkiler varsa, yani diyaloglar içinde yeterince serbestlik tanıyıp birbirine alan açan bireyler birlikte gerçekleştiriyorsa bu düşünme eylemini, o zaman gerçekten dünyanın en güzel şeyi oluyor benim için.
Şöyle bir bakalım düşünme dediğimiz iş nasıl olabiliyor... Fikirleri, kavramları, sorunları, bilgileri ve deneyimleri analiz edip sentezlemeye, bunlardan da sonuçlar çıkarmaya 'analitik düşünme' diyoruz daha çok. Kavramları doğrudan kendileri olarak ve teorik anlamda düşünmeyi ise 'soyut düşünme' diye ifade ediyoruz. Bilgiyi sorgulama, eleştirel analizini yapma işi 'eleştirel düşünme'; yeni ve orijinal fikirlerin üretilmesi, yenilikçi çözümlerin bulunması da 'yaratıcı düşünme' şeklinde karşılanıyor genellikle.
Bir handikapı olabilir mi acaba düşünmenin peki? Yine kendisiyle, yani anca düşünerek varabileceğimiz bir sonuç tabii ki bu. Kendi olası "defolarını" bulmak için bile kendisine başvurmak zorundayız, belki bunu gerektiren tek şey şu hayatta. Geri kalan her şeyin olası kötü taraflarını, sonuçlarını yine düşünerek bulabiliriz. Dolayısıyla en benzersiz özelliği de budur, diyebilir miyiz?.. Handikap, demiştik. Aklıma gelenler "fazla" yani "aşırı" düşünmenin bir sorun olabileceği ihtimali. Aksiyona geçmeden önce fazlaca, gereksiz seviyede düşünmek bir obsesyon işareti olabileceği gibi, hayatımızın içinde kaldırabileceğimizden fazla yer açarsak kendisine de, buhranlı, yorgun bir ruh haline sokabiliyor bizi. Buralarda çekeciğimiz sınır çizgisine de zihnimiz ve bedenimiz karar vermeli herhalde.
Descartes, o felsefe tarihinin en meşhur cümlelerinden birini kurduğunda, düşünmeye varoluşsal bir önem atfetmişti aynı zamanda. Bizzat varolduğumuzu dahi kanıtlayabilecek, bunu bile bize hissettirebilecek bir aktivite. Nietzsche, düşünmeyle geleneksel düşünceleri sorgulayıp değerlendirerek kendi değerlerimizi var etmemiz gerekliliğini; Kant, kendi özgür düşüncelerimizi kullanarak ahlâkî değerlendirmeler yapabileceğimizi ve evrensel ahlâkî ilkeleri keşfedebileceğimizi anlattı. Hem "kendimiz" olabilmek için hem de evrenselliği kurabilmek için olmazsa olmaz, hatta biricik faaliyet.
Steven Pinler gibi psikologların ya da Chomsky gibi nicelerinin peşine düştüğü dil ve düşünme arasındaki ilişki, birbirlerini beslemeleri, Daniel Kahneman'ın "Sistem 1" dediği hızlı, otomatik, sezgisel düşünmeden çok, "Sistem 2" dediği yavaş, mantıksal ve analitik düşünmeyi irdeliyor sanki daha çok. Ya da dil, ne kadar etkiliyor otomatik düşünmelerimizi? Dili üretmiş olmasaydık, zihnimizden bir çırpıda geçmez miydi yine birtakım düşünceler? Gördüğümüz şeyleri, birbirimizi, kendimizi yine irdelemez miydik kısa kısa da olsa? Bunun ne kadar olabileceği, nerelere kadar gidebileceği bir gün nörologlar, evrim bilimciler sayesinde çözülebilir belki.
Kendimizle sohbet ederken neler çıkarmıyoruz ki... Bilinçdışımızın kuytularında duranlar, başkalarına itiraf edemediklerimiz, istemsizce düşünürken duymayalım diye yüksek sesle söylemeden köşeyi dolaşıp kaçtıklarımız, içsel çatışmalarımızda sonuca doğru götüren akıl yürütmeler, hatırlamadığımız ya da unutulmaya yüz tutan deneyimler... Bir başkasıyla edilen sohbetlerden kat kat daha fazla büyük bir özgürlük alanının, kendimizle olanda bulunduğu aşikâr. Elbette bu özgürlük alanını büyükçe bir meydanda var edebilen ilişkiler varsa, yani diyaloglar içinde yeterince serbestlik tanıyıp birbirine alan açan bireyler birlikte gerçekleştiriyorsa bu düşünme eylemini, o zaman gerçekten dünyanın en güzel şeyi oluyor benim için.
Şöyle bir bakalım düşünme dediğimiz iş nasıl olabiliyor... Fikirleri, kavramları, sorunları, bilgileri ve deneyimleri analiz edip sentezlemeye, bunlardan da sonuçlar çıkarmaya 'analitik düşünme' diyoruz daha çok. Kavramları doğrudan kendileri olarak ve teorik anlamda düşünmeyi ise 'soyut düşünme' diye ifade ediyoruz. Bilgiyi sorgulama, eleştirel analizini yapma işi 'eleştirel düşünme'; yeni ve orijinal fikirlerin üretilmesi, yenilikçi çözümlerin bulunması da 'yaratıcı düşünme' şeklinde karşılanıyor genellikle.
Bir handikapı olabilir mi acaba düşünmenin peki? Yine kendisiyle, yani anca düşünerek varabileceğimiz bir sonuç tabii ki bu. Kendi olası "defolarını" bulmak için bile kendisine başvurmak zorundayız, belki bunu gerektiren tek şey şu hayatta. Geri kalan her şeyin olası kötü taraflarını, sonuçlarını yine düşünerek bulabiliriz. Dolayısıyla en benzersiz özelliği de budur, diyebilir miyiz?.. Handikap, demiştik. Aklıma gelenler "fazla" yani "aşırı" düşünmenin bir sorun olabileceği ihtimali. Aksiyona geçmeden önce fazlaca, gereksiz seviyede düşünmek bir obsesyon işareti olabileceği gibi, hayatımızın içinde kaldırabileceğimizden fazla yer açarsak kendisine de, buhranlı, yorgun bir ruh haline sokabiliyor bizi. Buralarda çekeciğimiz sınır çizgisine de zihnimiz ve bedenimiz karar vermeli herhalde.
Descartes, o felsefe tarihinin en meşhur cümlelerinden birini kurduğunda, düşünmeye varoluşsal bir önem atfetmişti aynı zamanda. Bizzat varolduğumuzu dahi kanıtlayabilecek, bunu bile bize hissettirebilecek bir aktivite. Nietzsche, düşünmeyle geleneksel düşünceleri sorgulayıp değerlendirerek kendi değerlerimizi var etmemiz gerekliliğini; Kant, kendi özgür düşüncelerimizi kullanarak ahlâkî değerlendirmeler yapabileceğimizi ve evrensel ahlâkî ilkeleri keşfedebileceğimizi anlattı. Hem "kendimiz" olabilmek için hem de evrenselliği kurabilmek için olmazsa olmaz, hatta biricik faaliyet.
Steven Pinler gibi psikologların ya da Chomsky gibi nicelerinin peşine düştüğü dil ve düşünme arasındaki ilişki, birbirlerini beslemeleri, Daniel Kahneman'ın "Sistem 1" dediği hızlı, otomatik, sezgisel düşünmeden çok, "Sistem 2" dediği yavaş, mantıksal ve analitik düşünmeyi irdeliyor sanki daha çok. Ya da dil, ne kadar etkiliyor otomatik düşünmelerimizi? Dili üretmiş olmasaydık, zihnimizden bir çırpıda geçmez miydi yine birtakım düşünceler? Gördüğümüz şeyleri, birbirimizi, kendimizi yine irdelemez miydik kısa kısa da olsa? Bunun ne kadar olabileceği, nerelere kadar gidebileceği bir gün nörologlar, evrim bilimciler sayesinde çözülebilir belki.
Ya toplumsal hayatta ne kadar yer tutuyor bu faaliyet? Yeterince düşünen bir toplumda yaşıyor muyuz? Düşünen, bunu ciddi bir oranda sistemli bir halde gerçekleştiren toplumlardan biri 'Antik Yunan' adıyla tarihe altın harflerle kazındı. Roma'dan sonra belli bir süre İslam dünyasında gösterdi kendisini bu faaliyet türü. Ardından Avrupa'ya rönesansın kapılarını açtı ve yaşattı. Elbette merakla ve kararlı bir üretkenlikle; bilimle ve sanatla birlikte var oldu bu. Günümüzde insan üretimi olan makinelerde bile yer buluyor kendine bu düşünme dediğimiz iş. Belki düşünmeye daha çok vakit ayırmayı toplum olarak kafayı takarsak, bir "yeniden doğuşa" (ya da sadece doğuşa) da biz kavuşuruz...
Yorum Bırakın