GİDİŞ ASLINDA VARIŞ MI?
B. POSTASI GAZETESİ
ŞOK! ŞOK! ŞOK!
B. ilçesinin en merkezi yerinde bulunan Havuzlu Cami’nin bahçesinde yolcu beklemekte olan minibüsün içerisinde terkedilmiş halde üç çocuk bulundu. Çocuklar bulunduklarında açlık ve soğukla boğuşmaktaydılar.
…
Aslında tam da böyle olmalıydı. Yani, terkedilen çocukların haberi ilçe gazetesinde yayımlanmalıydı. Hayır, aslında daha büyük gazetelerde… Mesela ulusal gazetelerde ya da Newyork Times ya da Washington Post’ta yayınlanmalıydı. Der Spiegel, Le Monde ya da Guardian’da çıkmalıydı. Hakkında ciltlerce kitap yazılmalı, makalelere konu olmalı veya onlarca film çekilmeliydi. Belki de B. İlçesi yanmalıydı. Şehirde depremler olmalı, hatta dünya bir ucundan tutuşmalıydı. Bundan sonra aile olmamalıydı ortada ya da aileye başka bir isim bulunmalıydı. Hiç kimse çocuk sahibi olamamalıydı ya da çocuk yapacaklara ehliyet sorulmalıydı.
Eminim siz de pis bir minibüsün içinde, kendi anneniz tarafından (aklınız bir gram bile ermezken, üstüne üstlük kendiniz gibi çelimsiz iki kardeşle birlikte…) boş bir pazar çantası gibi terkedilseydiniz tüm bunlar olsun isterdiniz değil mi?
Ama olmadı, maalesef olmadı, olamadı. Kimse umursamadı, dünya yıkılmadı, hiçbir gazetede haber olmadı arka sokaktaki esnaf bile görmedi, duymadı olayı.
Allah’ım, neden çocuklar terk edilirken kimse duymaz, duysa bile bu kadar önemli bir şey için kimse kılını bile kıpırdatmaz?
Neden bugünün diğer günlerden bir farkı yok, neden bugün de alelade bir günmüş gibi?
Oysa bugün dünyanın yıkılması, güneşin sönmesi, kıyametin kopması gerekmiyor muydu?
…
Minibüs şoförü sabah bıraktığı aracının yanına gelip çocukları o halde gördüğünde hiç şaşırmadı. Diğer yolcular da öyle. Hiçbir şey olmamış gibi kardeşleri alıp köydeki evlerinin önüne bıraktılar. Onları karşılayan yaşlı adam da şaşırmadı olanlara. Sanki olacakları herkes en başından beri biliyordu ya da çocukların gelecekte düşünecekleri kadar önemli değildi bu olanlar. Tüm bunlar çocukların kaderiydi sanki… Başlarına gelmek zorundaydı dünyanın dönmeye devam edebilmesi için… Bu çocuklar için devasa ama dünya için küçücük olayın yaşanması gerekiyordu sanki. Yaşanmasa olmaz mıydı? Yaşandığına göre olmazdı herhalde…
Kadın nereye gitmişti, neden gitmişti, kadının peşinden kimse gitmiş miydi, gitse de getirebilecek miydi kadını, getirebilse ne olacaktı sanki? Tabi kimsenin aklında bu sorular yoktu. Ne kadar da önemsiz bir ayrıntıydı çocukların annesiz kalmış olması…
Yılın diğer üç yüz altmış dört günü gibi bu günü de çocukların hissettiğinin aksine çabucak geçip gitmişti.
O günün diğer günlerden farkı sadece çocukların o gün terkedilmiş olmalarıydı. Çocuklar hayatlarının en önemli ve en kötü gününde bunları düşünemeyecek kadar açtı. Onlar da diğerleri gibi ekmek batırılmış çayla karınlarını doyurdular ve hayatlarında hiçbir değişiklik olmamış gibi akşam bitli yataklarına yattılar. Gece yine kaşıntıdan yeterince uyuyamadılar. Abla bildik hareketlerle kalktı, kardeşleri uyuyabilsin diye o küçücük elleri ile saçlardaki bitleri aldı, parmakları biti öldürebilmek için fazla minik olduğundan, onları küçücük bir kavanozda biriktirdi. Gecenin karanlığında yarı uykulu gözlerle etrafına bakmaya başladı. Burası kerpiçten yapılma iki oda tek sofa bir evcikti. Odalardan birinde kırılmak üzere olan iki divan, içten içe yanmaya çalışan eski bir soba, yerde çürümeye yüz tutmuş bir kilim, duvarlarda rutubeti alsın diye çatılmış eski püskü hasırlar, bir ceylanın dereden atlamaya çalıştığı eski bir duvar halısı, üç kardeş ve bir de dede vardı. Sofada ise çıplak bir ocak haricinde hiçbir şey yoktu.
Diğer oda mutfak eşyalarının yerlere atılı durduğu, ahırla oda arası bir yerdi. Evin damı sonbaharda akmaya başlar bu akıntı ilkbaharın sonuna kadar hiç durmazdı. Damı toprak olduğundan her bahar papatyalarla süslenirdi. Evin önünde küçük bir avlu, avluda küçük bir iğde ağacı, iğde ağacının altında büyükçe bir su birikintisi, karşı duvara bakan yerde üç tane elma fidanı vardı. Avlunun sol köşesinde büyükbaş hayvanların konması için bir ahır bulunmaktaydı. Ancak bu ahır fakirlik nedeniyle hiç hayvan yüzü görmemişti.
Ertesi gün sabah olmuş güneş yine doğmuş, dere akmaya devam etmiş, kadınlar derede yine çamaşır yıkamış, yemekler yenmiş, çaylar içilmiş, güneş batmış ve herkes evine çekilmişti. Bu lanet bozkırda her gün böyle geçmiyor muydu?
Dede iyi bir adamdı. Çevresinde sevilir, sayılırdı. Çok eski bir alışkanlıkla sürekli avlunun duvarlarına çevreden bulduğu öteberiyi sıkıştırırdı. Bunlar genelde hiçbir işine yaramazdı ama o yine de bu alışkanlığından vazgeçmezdi.
Dört çocuğu vardı dedenin, biri hemen arka tarafta oturmasına rağmen dedeye hiç yardım elini uzatmamış, halini hatırını bile sormamıştı. Biri çok uzak bir ilde oturuyor, uzun zamandır kimse ondan haber alamıyordu. Biri evli, çoluk çocuk sahibi olmasına rağmen girdiği herhangi bir işte tutunabildiği görülmemişti. Çocukların babası olan oğulsa hırsızın uğursuzun tekiydi. Ne bulursa çalar hayatını böyle sürdürürdü. Çocukların annesini de hırsızlık için gittiği şehirlerin birinden bulup getirmiş, ona resmi nikâh bile kıymamıştı. Hoca nikâhı kıydığı da meçhuldü ya neyse… Kadının bırakıp gittiği arada o da işlediği suçların birinin cezasını çekmek üzere hapse düşmüştü. Tabi çocukların bu olanlardan uzunca bir süre haberi olmadı. Olsa da bir şeyi değiştirir miydi emin değilim.
Bir süre çocuklar her şeyden habersiz, yarı aç yarı tok yaşayıp gittiler. Dede harman zamanı dışında hemen hiç çalışamadığından eve ekmek getiremiyordu. Harman zamanı da mengen adı verilen bir taş değirmende un öğütür karşılığında biraz buğday alırdı. Bu buğday da genelde karın doyurmaya bile yetmezdi.
Onun yerine kardeşlerden en büyük olanı, altı yaşındaki abla köyün fırınından ekmek dilenir, hem üşümemek için hem de ekmek soğumasın diye koynunda saklayarak eve getirir, bununla kardeşlerinin karnını doyurmaya çalışırdı. Tabi bu şanslı oldukları günlerdi. Bu da bulunamazsa köyün çöpleri karıştırılır biraz bayat ve küflü ekmek bulunurdu. Dede bu ekmekleri fareler ulaşamasın diye bez bir torba içinde evin tavanına asardı. Bazen birkaç yumurta bulunur o katık edilirdi bayat ve küflü ekmeğe… Bazense komşunun birisi tarafından ilçeden getirilen pamuk gibi bembeyaz pazar ekmeği yenirdi. İşte üç kardeş böyle yaşayıp gidiyordu. Ta ki o kahrolası güne kadar…
O sabah muhtar gelmiş dedeyle uzun uzun konuşmuş bir süre sonra bu konuşmalar bağrışmalara dönüşmüş, sonunda muhtar küfür ede ede evi terk etmişti.
Öğleden sonra ise evin önüne yanaşan bir minibüsten inen birkaç kişi yaşlı adamla bir şeyler konuştu. Az sonra yaşlı adam ablaya, “Git kardeşlerini giydir.” dedi. Küçük kız şaşkın şaşkın denileni yapmak için eve girdi kardeşleriyle birlikte. Başladı onları giydirmeye… O esnada anlayamadığı bir nedenden ötürü gözünden yaşlar boşanmaya başladı. Bunu gören kardeşler durur mu onlar da başladılar ağlamaya. Onlar içeride ağlarken içeri giren dede de bunları görünce dayanamadı ve o da başladı… Bir yandan da çocuklara sarılıyor, adeta kemiklerini kırarcasına onları sıkıyordu. Böyle ağlaya ağlaya dakikalar geçmişti. Dede dışarıdan gelen sese kulak kabarttı ve çocuklara “Hadi, artık gitmelisiniz.” Dedi. “Merak etmeyin, burayı hiç özlemeyeceksiniz, okuyacaksınız, büyüyüp koca adam olacaksınız, tüm dünyayı gezeceksiniz, buraya tıkılıp kalmayacaksınız, iyi olacaksınız.”
Dedeye “Ya sen?” demek için çok küçüktüler ve dedenin onlar gittikten üç ay sonra öleceğinden habersizdiler ne yazık ki.
Çocuklar bu güzel dileklerle, dedeleriyle birlikte dışarı çıktılar. Araba çalışır vaziyette onları bekliyordu. Dede birer birer kucaklayarak çocukları arabaya bindirdi. O sırada en küçükleri dedenin elinden kurtularak paçasına sarıldı ve çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Dede zorla da olsa onu tekrar arabaya bindirdi. Adamlar alelacele kapıyı kapattı ve YUVAYA doğru yola koyuldular.
Bu sırada aralarında konuşmaya başladılar. Birisi, “Şu veletlere bak, Allah’ın bile unuttuğu bu dağ başında devlet onları bulmuş, bu kadar imkânı vermiş, YUVAYA yerleştirecek, bir de gelmek istemiyorlar.” Diğeri, “Ne kadar fakir olursa olsun zamane çocukları çok şımarık kardeşim.” dedi.
Oysa onların anlamadığı ya da anlamak istemediği şey, YUVA bu yıkık dökük evdi, bazen açlıktı YUVA, bazen dayaktı, bazen kimsesizlik, bazense bir arada olmak yetiyordu YUVADA olduğunu hissetmek için…
Yorum Bırakın