19. yüzyılda bilim insanları, bir sistemin iç enerjisindeki değişim miktarının, o sisteme ilave edilen ısı miktarı ile sistemin çevresine uyguladığı iş arasındaki farka eşit olduğunu keşfetti. Bu, Termodinamik adlı fizik dalının birinci kanunuydu. Enerjinin Korunumu yasası; enerjinin asla yaratılamayacağını, yok edilemeyeceğini ve bir türden diğerine dönüştüğünü gösterir. Bu da evrendeki toplam enerjinin aslında sabit olduğu anlamına geliyordu.
Enerjiyi anlama yönünde ilk adımı atarlardan biri olan Gottfried Leibniz (1646-1716), hayatı boyunca evrenin işleyişini anlamaya çalışan bir diplomat, dahi, bilim insanı ve felsefeciydi. Leibniz, etrafımızda gördüğümüz dünyanın güçlü ve bilge bir kişi tarafından tasarlanmış büyük bir makine olduğuna inanıyordu. Ona göre bu makinenin nasıl çalıştığını anlayabilirseniz bu sayede evreni ve evrenin yapımı sırasında kullanılan ve işleyişini sağlayan prensipleri de anlamanız ve kontrol etmeniz mümkün olabilirdi. Bu sebeple Leibniz için bir yandan teoloji ve felsefe, diğer taraftan mühendislik ve mekanizmalar arasında yakın bir ilişki vardı. Leibniz, dünyanın yaşayan bir makina olduğunu öne sürüyordu ve makinenin içinde bir miktar yaşayan güç (enerji) vardı. Ona göre dünyadaki yaşayan güç miktarı korunmalıydı ama onu tanımlamak zordu. Leibniz, kısa zamanda yaşayan gücü tarif edebilmek için basit bir matematiksel yöntem bulacaktı. Bu sırada başka bir şey gördü; barutun, ateşin ve buharın içindeki yaşayan gücün şiddetli ve güçlü yöntemlerle serbest bırakıldığını fark etti. Eğer bu kullanılır hale getirilseydi insanlığa çok büyük güç sağlayabilirdi. Kısa sürede yaşayan gücü yakalama yöntemleri tarafından büyülenen Leibniz, genç fransız meskektaşı Denis Papin ile iletişim kurdu. Bol bol mektuplaşan Leibniz ve Papin şunu fark ettiler; serbest bırakılan yaşayan güç belli durumlarda kullanılabilir hale getirilebilirdi. Isı, faydalı hareket şekillerine dönüştürülebilirdi. Ama bu fikir ne kadar ileri götürülebilirdi? Bu aşamada Leibniz ve Papin'in fikirleri ne kadar derin ve ileri görüşlü olsa da daha ileri gidememişlerdi. Bunun için daha somut bir şeyler gerekiyordu. İcatlara ve endüstriye ihtiyacınız vardı. Bu fikirleri yeni ve farklı deneyler haline getirebilecek sayısız kalifiye işçiye ve ustaya ihtiyacınız vardı. Leibniz ve Papin'in tartışmalarından 100 yıl sonra 'yaşayan güç' olarak tanımladıkları 'enerji' göz alıcı yöntemlerle kullanılıyordu. Buhar makineleri 19. yüzyıl teknolojisinin zirve noktasıydı.
Eğer medeniyetin adımlarına bakarsanız en büyük adımlardan biri buharlı makinelerdir. Çünkü insan veya hayvan kasının yerine buhar gücünü getirdi. Verim açısından sınırsız ve hayal edilemeyecek şeyleri yapma yönünden çok önemliydi. Ama buhar teknolojisi insan toplumun değiştirmekten çok daha fazlasını yaptı. İlk buhar makineleri çok hantal ve büyük olsalar da evrende olan her şeyin tohumlarını anlamamızı sağladı. Kulağa tuhaf gelse de bu makineler, içinde evrenin sırlarını barındırıyordu. Ancak yapıldığı dönemde yaratıcıları için büyük bir başarı ve büyük bir güç anlamına gelseler de nasıl ve neden çalıştıkları konusunda herkes karmaşa içindeydi. Kimse buhar makinelerinin temel doğasını anlayamamıştı. Ne kadar verimli yapılabilirler? Güçlerinin sınırı nedir? Çok az kişi bu teknolojiyi destekleyen evrensel prensibin farkındaydı.
Çok saygın bir asker ailesinden gelen Nicolas Leonard Sadi Carnot (1796-1832), Napolyon Savaşları sırasında Fransa'nın Avrupa'daki ağır yenilgilerinden sonra Fransız gururunu yeniden yüceltmek istedi. Özellikle İngiltere'nin elindeki askeri ve teknolojik üstünlükten rahatsız olan Carnot, buhar makinesinin nasıl çalıştığını anlamaya ve Fransa'nın yararına kullanmaya yemin etti. Bu doğrultuda 1824'te toplam 60 sayfalık ''Reflections on the Motive Power of Fire'' kitabında bütün ısı makinelerinin çalışmasıyla ilgili tüm temel kanunları geliştirdi ve ortaya koydu. Carnot, tüm ısı motorlarının soğuk ortamın içindeki bir sıcak kaynaktan oluştuğunu gördü. Isının, sıcaktan soğuğa doğru akan su benzeri bir tür madde olduğuna inandı. Tıpkı yukarıdan akan su gibi ısının akışı da yararlı işler için kullanılabilirdi. Carnot'un en önemli anlayışı bir ısı motorunu daha verimli kılmak için yapılması gerektiğini gösterdi. Bunun için ısı kaynağıyla, etrafındaki ortam arasındaki sıcaklık farkını arttırmak yeterliydi. Bu fikir mühedislere 200 yıl rehberlik etti. Carnot, ısı motorlarının akıllı bir buluş olmadıklarını göstermişti. Onlar doğanın derin malzemeleri içinde çok yukarılarda yer alıyordu. Sıcakla soğuk arasındaki enerji akışını kullanıyorlardı. Isı makinelerinin gerçek doğasını gösteren Carnot, yeni bir bilim dalındaki ilk adımları attı. Nicolas Sadi Carnot, Termodinamik bilimine ilk büyük katkıyı yapsa da fikrinin dünya üzerindeki etkilerini göremedi. Henüz 36 yaşındayken kolera salgınında yaşamını yitirdi. 19. yüzyıl ilerlerken ısı, hareket ve enerji çalışmaları daha geniş bilimsel topluluklar tarafından yürütüldü. Kısa sürede bu fikirlerin ısı makinelerini açıklamaktan daha fazla şey içerdiği anlaşıldı. Leibniz'in yaşayan güç fikrinde dile getirdiği gibi bu fikirlerin çok daha büyük ölçekte kullanılması mümkündü.
Entropi
Enerjinin Korunumu yasasının en etkileyici tarafı devasa bir soruya yol açmasıydı. Bir enerji türü diğerine dönüştüğünde ne olur? Daha doğrusunu bunu neden yapar? Cevabın bir bölümü alman bilim insanı Rudolf Clausius (1822-1888) tarafından bulundu. Bu da termodinamiğin ikinci kanunu olarak bilinen şeyin temelini attı.
Clausius, sadece evrende sabit miktarda enerji olduğunu anlamakla kalmadı, enerjinin çok katı bir kuralı takip ettiğini gördü. Örneğin, ısının akışının daima tek yönlü olduğunu fark etti. Enerji yalnız bırakıldığında daima yoğun olandan, dağınık olana gider. Clausius, enerjinin nasıl nakledildiğiyle ilgili tüm fikirleri bir araya getirerek matematiksel bir yapı içine koydu. Entropi, ısının nasıl yayıldığını ya da dağıldığını ölçmeye yarıyordu. Sıcak nesneler soğurken entropileri artışa geçiyordu. Clausius'a göre herhangi bir soyutlanmış sistemde bu işlem geri çevirilemez. Clausius, matematiği konusunda kendinden emindi. Bu geri çevirilemez denklemin tüm evrende bir yere gittiğini düşündü. Yine ona göre evrenin entropisi maksimuma ulaşma eğilimindedir ve bunu durdurabilmenin hiçbir yolu olamazdı. Bu düşünce termodinamiğin ikinci yasası olarak biliniyordu ve aslında bu düşünce Clausius'un tahmin ettiğinden daha tuhaf, daha güzel ve daha evrensel olduğu ortaya çıkacaktı. Termodinamiğin ikinci kanunu bize şunu söylüyor; ısı veren her şey, bir şekilde birbirileriyle bağlantılıdır. Isı veren her şey, her yerde meydana gelen, geri döndürülemez işlemin parçasıdır. Bu bir yayılma ve dağılma işlemidir. Entropiyi arttırma işlemi olarakta ifade edilebilir. Evren, bir şekilde bir bardak çay ile aynı kaderi paylaşıyor.
Termodinaminin başarısına rağmen 19. yüzyıl ortasında konuyla ilgili büyük bir tartışma ve kargaşa vardı. Entropi denen bu tuhaf şey tam olarak neydi ve neden hep yükseliyordu? Bu soruya cevap vermek bilgi alanında büyük bir adım anlamına geliyordu. Ancak bu enerji hakkındaki bazı gerçekleri ve etrafımızdaki evrende gördüğümüz birçok düzenli hal ve düzensizlik haliyle ilgili gerçekleri göstermenin sonu demekti. Birçok bilim insanı entropinin gizemli içeriğine takılıp kaldı. Fakat içlerinden biri entropinin ne olduğunu ve zamanla neden yükselmesi gerektiğini gösterecekti. Bu adamın adı Ludwig Boltzmann'dı. Bilimin gerçek devrimcilerinen biri olan Boltzmann, 1844'te Viyana'da doğmuştu. Boltzmann, gerçekliği çok küçük bir ölçekle tarif etti. Hem de çıplak gözle bile göremeyeceğiniz kadar küçük ölçekte.
Atom seviyesinde baktığımızda, ısı aniden çok daha az gizemli bir içerik haline geliyor. Boltzmann ve diğerlerine göre, eğer bir nesne sıcaksa atomları çok daha hızlı hareket etmeliydi. Dünyaya atomlar açısından bakmak çok büyük bir fikir olarak görüldü. Ancak evrenin bu resminin üstesinden gelinmez bir sorunu vardı. Küçük bir hacim gazdaki trilyon kez trilyon tane atom bile nasıl incelenebilirdi? Bütün bunları tarif edebilecek matematik denklemine nasıl ulaşılabilirdi? Ne de olsa atomlar sayısız ve çok hızlı hareket ediyorlardı. Ancak Boltzmann bunun bir yolu olduğunu herkesten daha açık gördü. Eğer biri bu yeni gerçeklik kavramını açıklayacaksa, katiyeti bırakması gerekiyordu. Her bir atomun tam hareketini ölçüp onları anlamaya çalışmak yerine Boltzmann, atomların belli hızlarda ve belli yönlerde yol alabilecekleri teorisi üzerinde çalışmaya başladı. Boltzmann, günlük gerçekliğin altındaki dünyayı hayal etti ve onu tarif edecek matematiksel yapıyı kurdu. Boltzmann'ın enerjinin en gizli sırrını çözmek için bulunması gereken yer ve ölçek burasıydı. Herkesten daha cürretli davranarak gerçekliğin en derin katmanına bakmıştı. Evrenin atomik hipotez üzerine kurulmuş olabileceğini ve olasılık matematiğiyle anlaşılabileceğini gördü.
19. yüzyıl biliminin temelleri ve katiyetleri çatırdamaya başlamıştı. Boltzmann, yeni ve gözüpek atom dünyasına baktığına, yeni evren görüşüyle bilimin en büyük gizemlerinden birini açıklama fırsatı yakaladığını fark etti. Boltzmann şunu anladı: Bütün nesneler, gördüğümüz her şey sayısız atomdan oluşuyordu. Bu da entropi ve ikinci kanunla ilgili görüşünün anahtarıydı. Boltzmann, Clausius'un göremediğini gördü. Sıcak nesnenin yalnız bırakıldığında neden hep soğuduğunun sebebini buldu. Sıcak bir metal blok düşünün. İçindeki atomlar titreşecektir. Titreşirken nesnenin kenarlarındaki atomlar enerjilerinin bir kısmını masanın yüzeyindeki atomlara nakledecektir. Bu atomlar kendi yanındakilere çarpacaktır ve bu şekilde ısı enerjisi yavaş ve çok doğal bir şekilde yayılacak ve azalacaktır. Tüm sistem enerji içeren çok özel düzene sahip bir haldeyken, düzensiz bir hale, yani aynı miktardaki enerjinin daha çok atoma dağıtıldığı şekle dönüşür. Boltzmann'ın dahi zekası bu işlemin matematiksel açıdan tarif edilebileceğini gördü. Boltzmann'ın en büyük katkısı, en basit şekliyle her şeyin kötüye gittiği, yani düzensizliğin arttığı fikrini ortaya atmasıdır. Diğer büyük katkısı da bunları sayılara dökebilmiş olmasıdır. Hatta daha sonra Viyana'daki mezar taşına da kazınacak olan, sistemin dengesiz halini hesaplanmanızı sağlayan bir formül ortaya çıkarmıştır. Bu formül bilimin attığı en kalıcı katkı olacaktır.
Bu denklemin temelde anlamı şudur; evrendeki her şeyin karmaşık ve düzensiz olması için, derli toplu ve düzenli olmasına göre, daha fazla yöntem vardır. Bu yüzden kendi başına bırakıldığında evren daha karmaşık olacaktır. Her şey düzenli halden düzensizliğe doğru hareket eder. Bu kanun düşen bir kavanozdan, yok olmaya başlayan bir yıldıza kadar her şeyde uygulanabilir. Düzensizlik her şeyin kaderidir.
Boltzmann'ın müzik ve bilime olan tutkusu, romantik sezgileri ve matematiğin gücüne olan inancı bilim tarihinin en önemli keşiflerinden birini yapmayı sağladı. Ancak aynı keskin duyguların kendini yok eden bir tarafıda vardı. 1906 yılında çok kötü bir depresyon geçirdiği sırada çalışmalarına ara verilmeye zorlandı. Eylül 1906'da İtalya'da ailesiyle tatil yaptığı sırada, ailesi kumsaldayken Boltzmann kendini astı. Düzensizliğin dahisi evrendeki kısa zamanını bu şekilde sonlandırdı.
Entropi, evrenin ve var olan her şeyin yok olacağı kaçınılmaz bir sona temas etmektedir: Var olan her şey, bir sona ulaşacaktır; her şey dağılmaya ve onu oluşturan parçalara ayrılmaya mahkumdur. Önemli olan durumun kendisi değil, sürecin kendisidir. Bu evrendeki durumlar, soyut düşünme haricinde kesinlikle mutlak olarak her an bir akış halindedir. Bu evrensel özellikle yaşamanın doğru yolu, evrenin şeklini ve son kaderini modelleyen en temel ilkeyi anlamaktır. Entropi dediğimiz şey budur.
Termodinamiğin ikinci yasası sadece fizik terimi değildir, varlığın olduğu her yerdedir. Bu sayede psikolojiden eğitime, işletmeden sosyolojiye, istatistikten felsefeye kadar birçok alanda yararlanıldığı gibi toplumların incelenmesinde de kullanılır. Entropi ile bazı sosyal olgular ve toplumsal durumlar konusunda diyalektik bir bağ kurulabilir.
“Entropi yasası bizlere elde edilebilir enerjinin her kullanımında, bizi kuşatan çevrede bir yerde daha büyük bir düzensizliğe neden olunduğunu söylemektedir. Günümüz sanayi toplumunda, büyük enerji akışımı içinde yaşadığımız dünyada çok büyük düzensizliklere sebebiyet vermektedir. Enerji akışı yolunu ve dönüştürme sürecini daha çabuk tüketir ve düzensizliği artırırız”
- Rıfkın, J. ve T. Howard, (2001), “Entropi: Dünyaya Yeni Bir Bakış”
Eğer bulduğunuz teori görelilik veya kuantum teorileriyle çelişiyorsa belki affedilebilir ama termodinamiğin ikinci yasasıyla çelişiyorsa asla. Bu yüzden ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Albert Einstein, entropi yasasının bilimin birincil yasası olduğunu düşünmektedir. Yerçekimi yasası ve görelilik kuramından daha üstte tutmaktadır. Klasik termodinamiğin kendisini bu denli etkilemesini ise, ''Bir kuram, iddialarında ne kadar yalın ve aralarında ilgi kurduğu kavramlar ne kadar fazla ise etkileyiciliği o kadar fazladır'' diyerek açıklamıştır.
Negatif Entropi - Negentropi
Eğer her şey bozulup düzensiz hale geliyorsa o zaman nasıl var olduk? Nasıl oldu da evren bu özel karmaşıklığı ve dünyadaki hayat yapısını yaratmayı başardı? Düşündüğümüzün aksine yine ikinci kanun sayesinde bunların hepsi gerçekleşebildi. Evrenin büyük karmaşası, aynı zamanda onun çeşitliliğini arttırmaya yarıyor. Düzenli halden, düzensize doğal akışı kullanılır hale getirmek mümkün.
Negentropi, termodinamik ve bilgi teorisi kavramlarına bağlı olarak kullanılan bir terimdir. İlk olarak Claude Shannon tarafından tanımlanan entropi kavramının tersidir. Negatif Entropi anlamına gelen Negentropi, düzeni ifade eder. Bir sistemin düzenlilik veya tahmin edilebilirlik derecesini gösterir. Entropinin işlevsizliğini önlemek için negatif entropi sağlanmalıdır.
Enerji her zaman kendini başka bir enerji türüne dönüştürme eğilimindendir. Termodinamiğin ikinci yasasına göre her olay entropiyi arttıracak yönde, yani enerji miktarının azalması yönünde gerçekleşir ve sistemler daha çok düzenden düzensizliğe doğru evrilirler. Bu nedenle her sistemde aksamaların ortaya çıkması, dolayısıyla faaliyetlerin bozulması ve nihayetinde de sistemin faaliyetlerinin sonlanması eğilimi mevcuttur.
Açık sistemlerde entropi daha düşük düzeydedir. Çünkü açık sistemler çevrelerinden aldıkları enerjiyi ya da bilgiyi entropiyi durdurmak ya da yavaşlatmak yolunda kullanıp etkilerini negatife çevirmeye çabalarlar. Kapalı sistemlerde entropi yoğunken açık sistemlerde negatif entropi (negentropi) yaygındır.
Bir sistemin sürdürülebilirliği o sistemin entropiyi azaltma yeteneğine bağlıdır. Bu nedenle kapalı sistemler yok olmaya daha yatkındır. Açık sistemler ise karmaşık yapıları arasındaki iletişimin etkisiyle çevresel enerji ve bilgiye erişerek değişen şartları takip edebilir ve onlara adapte olabilirler. Kapalı sistemlerin bileşenleri arasındaki farklılıklar giderek azalır ve bu sistemler homojen ve durağan yapılara dönüşürler. Bu nedenle sistemler değerlendirilirken holistik ve multidisipliner bir bakış açısı benimsenmeli ve ana sistemi oluşturan alt sistemler arasındaki karmaşık ilişkiler ve farklılaşmalar sistemleri ayakta tutan enerjinin kaynağı olarak ele alınmalıdır.
Açık sistemler kendilerini dinamik dengeye kavuşturabilecek ve çevrelerinden kaynaklı değişim taleplerine adaptasyonlarını sağlayacak bir enerjiyi içlerinde barındırırlar ve entropiyi kontrol edilebilir düzeyde tutabilecek bilgiyi garanti eden çok sayıda alt sisteme sahiptirler (Martinez-Berumen vd. 2014, 396). Her ek bilgi sistemdeki negatif entropinin artmasını sağlar. Elbette sistem içine giren bilginin kalitesi de entropinin azalması ya da artmasını doğrudan etkiler. Bilgiyi getirecek, işleyecek, sınıflandıracak ve örgütsel bilgiye dönüştürebilecek alt sistemlerin varlığı da yönetim sisteminin devamlığı açısından elzemdir.
Politik Sistemlerde Entropi ve Negentropi Örneği
Herhangi bir politik sistemi olmayan bir ülke hayal edelim. Bir lider yok. Yasama, yürütme, yargı sistemleri yok. Anayasal sistemi, eğitim sistemi ve denetim sistemleri yok. Bu ülkedeki entropi oranı sürekli artma eğilimindedir ve maksimum seviyeyi zorlayacaktır. Ancak bu ülkeye bir yönetim sistemi getirdiğinizde bir kontrol mekanizması getirmiş olacağımız için entropi oranı hızla düşmeye başlar. Sistemin getirdiği düzen negatif entropiyle düzensizliği daha aza indirger.
Tabii ki her politik sistemin kendi içinde farklı entropi seviyesi olduğunu unutmamak gerek. Demokrasi ile yönetilen bir ülkenin entropi seviyesiyle, tek adam sistemiyle yönetilen monarşik bir sistemin entopi seviyesi aynı değildir.
Demokrasi ile yönetilen bir ülkenin entropi seviyesi genellikle daha düşük olma eğilimindedir, çünkü demokratik sistemlerde alt sistemler güçler ayrılığı ilkesiyle birbirinden ayrılır. Çeşitlilik, katılım ve hesap verebilirlik gibi unsurlar daha fazladır. Demokratik bir sistemde vatandaşların katılımı, çeşitli politik partilerin varlığı, ifade özgürlüğü, medya özgürlüğü ve bağımsız yargı sistemi gibi unsurlar entropinin azalmasına katkıda bulunur. Bu tür sistemlerde hükümetin kararları daha fazla katılımla, tartışma ve çeşitli bakış açılarının dikkate alınmasıyla şekillenir.
Öte yandan, tek adam sistemiyle yönetilen bir sistemde entropi artmaya meyillidir. Bu tür sistemlerde tek bir lider veya lider grubu, geniş yetkilere sahip olur ve karar alma süreçlerinde sınırlı sayıda insan yer alır. Bu durumda, alt sistemlerin ortadan kalkması, alternatif görüşlerin bastırılması, ifade özgürlüğünün kısıtlanması ve muhalefetin baskılanması gibi unsurlar kaosun artmasına yol açacaktır. Ayrıca, tek adam sistemlerinde hesap verebilirlik mekanizmaları genellikle zayıftır ve liderin gücüyle denge unsurları ortadan kalkar. Kontrol gücünün ve baskının yüksek olduğu her türlü totaliter rejimde baskılanan toplumda kaos artmaya meyilldir.
Ancak, belirtmek gerekir ki entropi düzeyi sadece yönetim şekline bağlı olarak belirlenmez. Bir ülkenin entropi seviyesi birçok faktöre bağlıdır. Politik sistem, hükümetin işleyişi, yasaların uygulanması, toplumun sosyal ve ekonomik dinamikleri gibi birçok etkene dayanır. Dolayısıyla, genel olarak, demokratik sistemlerde entropi seviyesinin daha düşük olma eğilimi vardır, ancak her iki sistemin de kendine özgü dinamikleri ve sonuçları vardır.
Gezegensel Ölçekte Entropi ve Negentropi Örneği
Gezegenimiz de bir açık sistemdir. Güneşten aldığı düzenli enerjiyi kendi sistemleri içinde ayırarak farklı enerji türlerine dönüştürür. Atmosfer, güneş ışınlarını alır ve zararlı ışınlardan ayırarak biyosferi oluşturan diğer sistemlerin (ekosfer, litosfer ve hidrosfer) kullanabileceği biçime getirir. Bitkiler de açık sistemlerdir. Yaşamsal faaliyetlerini gerçekleştirebilmek için atmosferin ayrıştırdığı güneş ışınını alıp fotosentez yaparak (negatif entropi) kimyasal enerjiye dönüştürürler. Gezegenimiz ve üzerindeki her canlı negatif entropiyi kullanır. Enerji, doğada her zaman farklı bir enerji türüne dönüşür. Tüm bunlar ekosistemleri oluşturur. Ekosistem, belirli bir kısımda bulunan canlılar ile bunları saran cansız çevrelerinin karşılıklı ilişkileri ile meydana gelen ve süreklilik arz eden ekolojik sistemlerdir.
Dünya gezegenini insan türünden soyutlayıp tek başına ele aldığımızda, canlı-cansız tüm doğal sistemleri birbiriyle uyumlu çalışan, gelişen, değişen, 'yaşayan' bir açık sistem olarak görebiliriz. Bu sistemi insanlardan bağımsız olarak ele aldığımızda, dıştan kaotik görünse de aslında kendi içinde entropisi artmama eğilimindedir. Çünkü dünya, tüm sistemleri doğal süreçler içinde doğru işleyen bir yapıdır. Ancak işin içine insan türünü kattığımızda işler değişiyor.
Türümüzü kendi içimizde gezegenden bağımsız olarak ele alırsak nüfus oranımız ve gelişmişlik düzeyimize göre belli bir entropi/negentropi dengemiz var. Ancak doğa ile uyumumuz çok zayıf olduğundan gezegenin entropisini arttıran unsur biziz. Çünkü teknolojimiz doğal sistemlerle bağlantılı değil. Olgunlaşmamış teknosferimiz, dünyanın atmosferi, okyanusları ve genel olarak biyosfer üzerindeki etkisini büyük ölçüde görmezden geliyor. Fosil yakıtları çıkarıyoruz ve karbonu atmosfere düzensiz bir şekilde itiyoruz. Olgunlaşmamış teknosfer kendisine ve onu destekleyen biyosfere karşı çalışıyor. Bu durum gezegenin entropisini tehlikeli bir şekilde arttırıyor.
Sanatta Entropi ve Negentropi - John Cage Örneği
Entropinin müzik üzerindeki etkisi, müzikal anlamın iletildiği çokluk veya öngörülebilirlik derecesiyle ilişkilendirilir (Culpepper, 2010: 20). Müzikal stillerin çokluğu, değişmeyen fiziksel süreçlerin değil, pratiğe dayalı psikolojik süreçte, algıda yerleşmiş alışkanlıkların, uygulamaların ve deneyimlerin bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Başka bir deyişle, kültürel olarak belirlenmiş normlar bağlamında faaliyet gösteren akıl, sunulan uyaranları seçer ve düzenler. (Meyer, 1957: 413). Örneğin; Herhangi bir kompozitörün ya da bir dönemin (Barok Dönem, Klasik Dönem vb.) karakteristik özellikleri, istatiksel verilerden yola çıkılarak, o eserle ilgili dinleyicinin bir tanım yapabilmesine olanak sağlar. Karmaşık bir sisteme basit bir genel koşul getirilirse bu koşulun gerektirdiği konfigürasyonlar çoğu zaman kendilerine özgü ve karakteristik nitelikte bir grup olasılıklı özellik gösterir (Ruelle, 2017: 158). Wiggins müziğin, bir anlamda sadece dinleyicinin zihninde var olan öznel bir deneyim olduğunu savunur (Laney, Samuaels ve Capulet, 2015: 2). Yine Wiggins gibi, müziğin gerçek işlevinin zihinsel olduğunu savunan Arnheim, eserin yaratım sürecinde, sanatçının kendi gözlemleri doğrultusunda yaratıya ivme kattığını söyler. Bu bağlamda yaratım süreci özdenetim olarak tanımlanabilir (Arnheim, 1971: 29).
Müzikal kompozisyonları kaos teorisi, rastlantı ve şans kavramlarıyla en çok ilişkilendirilen kompozitörlerden biri olan John Cage, müziğinde kaos teorisini doğu felsefesine dayandırır. Cage’e göre varlık, varoluş sürecini kaos içinde gerçekleştirir.
Teorinin temel ilkelerinden biri, son derece basit kurallar sisteminin, deterministik bir alanda sonsuz karmaşık davranışlar üretebildiği paradoksal bir fikir olmasıdır. Bu, eşzamanlı olarak her iki eğilimi de gösteren, sistemde bir arada bulunan tahmin edilebilirlik ve rastgeleliktir. Tanım, aynı zamanda Cage'in şans müziğinin bir tanımıdır (Jensen, 2009: 100). Kompozitör, kullandığı teknikle, düzensizlik veya rastlantısallık yaratmaktan çok alışılagelmiş pratiklerin tortusunu kaldırılarak, zaman ve mekân merkezinde sesi serbest bırakmayı amaçlamıştır (Lochhead, 2001: 232). Müzikal parametrelerin (armoni, ritim, nüans, tempo) I Ching kullanılarak belirlendiği Music of Changes (1951), kompozitörün şansa dayalı besteleme tekniğinin ilk örneğidir. Solo piyano için bestelenen eser, arkadaşı piyanist David Tudor’a ithaf edilmiştir.
Music of Changes
Cage’in elektronik ortam için tasarladığı, sabit zaman aralıklarıyla sınırlanan ve rastgele ses kombinasyonlarıyla oluşturulan Imaginary Landscape No. 5 (1951-52) ve Williams Mix (1952) yine madeni para atma yöntemiyle bestelenmiştir. Eşzamanlı ancak birbirinden bağımsız olarak çalınan sekiz manyetik bant için düzenlenen eserde her sayfada, her biri sekiz satır içeren iki sistem yer alır. Bantların kesilmesi ve eklenmesi yoluyla oluşturulan modelde kaydedilen tüm sesler altı kategoriye ayrılır. Bu parçanın bir versiyonunu gerçekleştirmek için yaklaşık 600 kayıt gereklidir (Cage, 1962: 41). Music for Carillon No:1 (1952), Cage’in delikli kağıtlar kullanarak tasarladığı eserlerinden biridir. Kompozitör, noktaların yerini belirlemek için buruşuk kağıtlardan ve asetatlardan bir şablon hazırlamıştır. Rastgele yerleştirilmiş noktalar ve istendiğinde farklı yönlere hareket ettirilebilen asetatlarla eser, her performansta farklı bir kompozisyon sergiler. Birbirinden bağımsız ve rastgele yerleştirilmiş noktalarla kaplı on adet şeffaf film tabakasıyla oluşturulan Fontana Mix’de (1958) Cage, çizgileri ve eğrileri katmanlı olarak kullanmış, her performans için yeniden düzenleme yapmıştır. Eser teyp için tasarlanmıştır. İlhan Mimaroğlu, Fontana Mix’in bir plakta yayınlanmak üzere gerçekleştirilmesi işinin kendisine düştüğünden bahseder. Bu eserin ses gereçleri dört makara şerit üzerinde toplanmıştır. Bu dört makaradaki sesler, dört ayrı ses okuyucu araçtan yararlanılarak, istendiği gibi birleştirilebilir (Mimaroğlu, 1991: 89).
Fontana Mix
John Cage, Karlheinz Stockhausen, Pierre Boulez, Iannis Xenakis başta olmak üzere birçok kompozitör eserlerinin yaratım sürecinde doğa bilimlerinden, teknolojiden ve özellikle doğu felsefesinden faydalanmışlardır. Duchamp, sanatçının gelecek nesiller tarafından alkışlanmak adına kendisini kısıtlamaması gerektiğini söyler. Zevklerin değişebileceğine ve sanatçının malzemesini oluşturan unsurların sadece en iyi şekilde aktarılması gerektiğine dikkat çeker (Kuspit, 2018: 36). Kuspit, modern sanatı akımlar halinde düşünmek yerine entropi ve yaratıcılık diyalektiği biçiminde, ya da Arnheim’ın ifadesiyle söylenecek olursa, sanatın kendi kendisiyle çelişmesine neden olan hastalıklı çözüşme (catabolic) ve sağlıklı özümleme (anabolic) kuvvetleri biçiminde düşünmeyi önerir. Bu yaklaşım üslup ve kavram farklarını ortadan kaldırarak hemen hemen bütün modern akımların kısa süreli “buluşlar” olduğu gerçeğini öne çıkarır (Kuspit, 2018: 68). Bu ‘kısa süreli buluşlar’ tüketim toplumunun bir ürünü müdür yoksa geçmiş yüzyıllara dayanan geleneksel müzikal algı mı bu buluşları kısa süreli kılmıştır? Sonuç olarak; bu noktada içinde yaşadığımız 21. yüzyılın ve geleceğin sanat algısının izleyeceği yol, sanat eseri bağlamında belirleyici bir rol oynayacaktır. Ancak şu noktayı da önemle belirtmek gerekir ki günümüzde özellikle müzik sanatının, her ne kadar önceki dönemlerin müziğine göndermeler yapsa da geleneksel estetik algıyı bertaraf edercesine üretilmeye devam edeceği düşünülmektedir.
Kontrol Teorisi - Sibernetik (Cybernetics)
Sibernetik, sistemlerin iletişim, kontrol ve yönetimini inceleyen çok disiplinli bir alan ve bir bilim dalıdır. İlk olarak Norbert Wiener tarafından 1948 yılında "Cybernetics: Or Control and Communication in the Animal and the Machine" adlı kitabında tanıtılmıştır. Yunanca "kılavuzluk" veya "dümenleme" anlamına gelen "kybernetes" kelimesinden türetilmiştir.
Sibernetik, insan davranışı, organizmalar, makineler, sosyal sistemler ve doğal sistemler gibi çeşitli sistemleri anlamak, modellemek ve kontrol etmek için genel bir yaklaşım sunar. Sistemlerin yapısını, işleyişini ve davranışını analiz etmek için bilgisayar bilimi, matematik, istatistik, mühendislik, biyoloji, psikoloji, sosyoloji ve diğer disiplinlerden faydalanır. Sistemlerin giriş, çıkış ve geri bildirim döngüleri arasındaki ilişkileri inceler ve bu bilgiyi sistemlerin tasarımı, kontrolü ve iyileştirmesi için kullanır.
Sibernetik, genel olarak iki ana kategoride incelenir: birinci dereceden sibernetik (düşük seviye) ve ikinci dereceden sibernetik (yüksek seviye). Birinci dereceden sibernetik, sistemin belirli bir amacı veya hedefi gerçekleştirmek için girişleri işleyen ve çıktıları üreten kontrol mekanizmalarını inceler. İkinci dereceden sibernetik ise bir sistemin kendi kendini yönetme ve düzenleme yeteneğini inceler.
Sibernetiğin temel prensiplerinden biri geri besleme mekanizmasıdır. Geri besleme, bir sistemin çıkışını değerlendirerek girişi düzeltme veya düzenleme sürecidir. Geri besleme mekanizmaları, sistemlerin istikrarını sağlamak, hedeflere ulaşmak ve olası sapmaları düzeltmek için kullanılır. Örneğin, bir termostat, odanın sıcaklığını ölçerek ısıtma veya soğutma sisteminin çalışmasını kontrol eder.
Sistem Düşüncesi (Systems Thinking)
Sibernetiğin önemli bir kavramı da "sistemler düşüncesi"dir. Sistemler düşüncesi, bir sistemi izole bir bileşen olarak değil, etkileşim halinde olduğu diğer bileşenlerle birlikte bir bütün olarak ele almayı vurgular. Bir sistemdeki her bileşen, diğer bileşenlerle etkileşim halindedir ve bir değişiklik bir bileşende diğer bileşenleri de etkileyebilir. Bu nedenle, bir sistemdeki değişikliklerin karmaşık bir etki yaratma potansiyeli vardır.
Sistemler düşüncesi, karmaşık sorunları anlamak ve çözmek için kullanılan bir yaklaşımdır. Bir sistemin parçalarını anlamak ve aralarındaki ilişkileri analiz etmek, sistemin nasıl işlediğini ve nasıl iyileştirilebileceğini anlamak için önemlidir. Sistemler düşüncesi, sisteminin bütününü anlamak için analitik ve sentetik düşünme arasında bir denge kurar.
Sibernetik ve sistemler düşüncesi siyaset biliminde de önemli bir rol oynar. Siyasi sistemler, bir ülkenin veya toplumun politik, sosyal, ekonomik ve kültürel unsurlarının etkileşimini içeren karmaşık yapılar olarak görülür. Bu sistemlerdeki değişiklikler, politik karar alma süreçleri, liderlik, kamu politikaları ve toplumsal dinamikler gibi unsurları etkileyebilir. Sistemler düşüncesi, siyasi sistemlerin analizi, tasarımı ve yönetimi için bir çerçeve sunar. Bu yaklaşımlar, siyasi sistemlerin etkileşimlerini, geri bildirim mekanizmalarını ve hedeflere ulaşma süreçlerini anlamak için kullanılır. Ayrıca karmaşık siyasi sorunların çözülmesinde kullanılan stratejilerin ve politikaların geliştirilmesine katkıda bulunur.
Örneğin, bir ülkenin siyasi sistemi içindeki bir değişiklik, diğer politik unsurları da etkileyebilir. Bir politika değişikliği, toplumda geri bildirim döngülerini tetikleyebilir ve diğer politik kararların alınmasını etkileyebilir. Bu nedenle, sibernetik ve sistemler düşüncesi, siyasi sistemlerin karar alma süreçlerini, politika etkileşimlerini ve sonuçlarını analiz etmek için kullanılır.
Enformasyon Teorisi ve Shannon Entropisi
Enformasyon teorisi, bilginin iletişim süreçlerinde nasıl ölçülebileceğini ve aktarılacağını inceleyen bir matematiksel kuramdır. Claude Shannon tarafından 1948 yılında geliştirilen bu teori, bilginin temel birimini "bit" olarak adlandırır ve iletişim sürecindeki veri aktarımını ele alır.
İnsan zihninin ve çevresinden aldığı uyarıları işlemek için kullandığı araçların kabiliyetlerinin ve sınırlarının araştırılması esnasında, öncelikle veri, enformasyon, bilgi ve bilgelik kavramlarının ne olduğu hakkında düşünmek gerekir. (Ahsan & Shah, 2006)
Kaynaktan çıkan iletinin, alıcıda enformasyona dönüştüğü iletişim sürecinde ve bilişimin gerek kuramsal, gerekse uygulamadaki yerinde sıkça kullanılan veri, enformasyon, bilgi ve bilgelik kavramları günümüze kadar yapılmış çalışmaların bir kısmında birbirleriyle özdeş kullanılmış, bir kısmında Türk diline çevrilmesi sırasındaki kargaşadan ötürü yanlış kullanılmış, bir kısmında ise bu birbirlerinden farklı kavramların arasındaki hiyerarşik ilişki açıklanmaya çalışılmıştır.
Veri
Veri ile ilgili yaygın yaklaşım, enformasyona dönüşecek yapıda basit nitelikler olduğudur. Enformasyon ise yorumlandığında, belirli bir bağlam içinde değerlendirildiğinde veya bir anlam katıldığında bilgiye dönüşür. Bu kapsamlı konuda çok çeşitli yaklaşımlar bulunmaktadır. Ancak genel fikir verinin enformasyondan, enformasyonun ise bilgiden daha az bir şey olduğudur. Enformasyon elde etmek için öncelikle veriye sahip olunması gerektiği, bilginin ise ancak enformasyon varsa oluşacağı kabul edilir. (Ahsan & Shah, 2006)
Veri, Enformasyon, Bilgi, Bilgelik
Yukarıdaki şekilde veriler, birbirlerinden ayrı olguları göstermektedir. Veriler belirli bir bağlam içerisine sokulduğunda ve bir yapı içinde birleştirildiğinde enformasyon ortaya çıkar. Enformasyona yorumlanarak bir anlam katıldığında, enformasyon bilgiye dönüşür. İnsan aklı bu bilgiyi çeşitli alternatifler veya davranışlar arasından seçim yapmak için kullandığında zekâ meydana gelir. Son olarak, değerler ve sorumluluklar zeki davranışı yönlendirdiğinde, davranışın bilgeliğe dayandığı söylenebilir. (Ahsan & Shah, 2006)
Enformasyon
Enformasyon kelimesi Türkçe sözlükte “danışma, tanıtma”, “haber alma, haber verme, haberleşme” (Türk Dil Kurumu), bilişim literatüründe “bilgi işlemde kullanılan kabul edilmiş kurallardan yola çıkarak veriye yöneltilen anlam”, “bilişim kuramında, birçok olası olay arasında belirli bir olayın meydana gelme belirsizliğini, bilinemezliğini azaltan herhangi bir bilgi”, “bilgi işlemede, verilerden elde edilen herhangi bir kavram, olgu, anlam” (Sankur, 2004, s. 398) olarak geçmektedir. Latince kökeni olan “informatio” taslak, görüş, düşünce anlamına gelmekle birlikte, kelimenin İngilizce dilindeki kökü “inform” (bilgi vermek, haber vermek) kelimesinin Latince kaynağı olan “informare”, “şekillendirmek”, “biçim vermek”, “eğitmek” ve “göstermek” anlamlarına gelmektedir.
Kelime sibernetik biliminde “fiziksel sinyaller dizisi, düzeni” (Allgemeinbildung, Lexikon, Wörterbücher & Reiseführer) anlamına gelmektedir.
Enformasyon teriminin bugün en çok kullanılan tanımı, 20. yüzyılın ortalarında Shannon ve Weaver’in “Matematiksel İletişim Kuramı”nda (Shannon C. E., 1949) ortaya çıkmıştır. Shannon ve Weaver’in teorisi basitçe şöyle demektedir: Enformasyon, –iletilenin semantik ve pragmatik içeriğinden tamamen bağımsız bir şekilde– kodlanıp bir kanal aracılığıyla gönderici ve alıcı arasında iletilebilen her şeydir. (Rätsel Information - Geheimnis des Wissens)
Enformasyon kavramı “anlam” ile karıştırılmamalıdır. Biri çok “önemli” öteki tamamen “önemsiz” iki ileti enformasyon bakımından tamamen, eşdeğerde olabilir. Shannon bunu, iletişimin anlamsal yanının mühendislik yanı ile ilgisi olmadığını söyleyerek açıklar. Enformasyon kavramı, “anlam” kavramındakinin aksine, tek tek iletilere değil, bütüne uygulanır. Enformasyon olası iletiler arasında seçme özgürlüğüdür. (Erdoğan & Alemdar, Öteki Kuram, 2005, s. 64)
Bilgelik
Bilgelik, eski zamanlardan beri tartışılan ve günlük dile girmiş olan bir kavramdır. The Oxford Quick Reference Dictionary and Thesaurus bilgelik için aşağıdaki tanımları verir ve bazı ilişkili terimler de önerir:
Bilgelik – bilge olma; yargı sağlamlığı.
İlişkili terimler: Dirayet, anlayış, kavrayış, zekâ, yargı, idrak, basiret, akıl, kurnazlık. (Rowley, 2006)
Günümüzde çoğu kişi tarafından bilgeliğin bilgiden farksız olduğu düşünülmektedir. Ancak ikisi farklı şeylerdir. Çoğu kez bilgelik olduğu düşünülen şey aslında sadece bir düşüncedir. Bilgi, bilgelik değildir. Arada büyük bir fark vardır. Bilgelik, bilginin doğru bir şekilde kullanılmış halidir. Daha açık olmak gerekirse bilgelik, bilginin tüm ilişkilerini dikkate alarak ve evrensel yasalara uygun bir şekilde uygulanmış biçimidir. (Where is the wisdom we have lost in knowledge?)
Bilgelik, bir hedefe ulaşmak için zekâ ve tecrübelerin uygulanması olarak tanımlanabilir. Bu hedefe ulaşmak (a) kişinin kendi zihninin (kendisi), (b) toplumun (diğer kişiler) ve (c) kişinin dışındakilerin çıkarları arasındaki kısa ve uzun vadeli kurulacak dengeyi gerektirir. Bu nedenle bilge kişiler sadece kendilerini değil, etraflarındaki sorumlu oldukları herkesi gözetirler. (Ahsan & Shah, 2006)
Holliday ve Chandleri’in yaptığı araştırmalar, bilgeliğin iki kategorideki nitelikler olarak algılandığını göstermektedir:
1. İstisnai anlayış nitelikleri (sağduyuyu kullanır; tecrübelerden öğrenilir; şeyleri geniş bağlam içinde inceler)
2. Yargı ve iletişim nitelikleri (farkındadır; aklın kaynağıdır; hayatı anlar; karar vermeden önce dikkatlice düşünür; tüm bakış açılarıyla görür ve dikkate alır)
Klasik çağda bilgelik dört başlıca erdemden biri olarak sayılırdı: adalet, itidal veya otokontrol, cesaret ve bilgelik. Bu bağlamda bilgelik, bilginin doğru kullanılması yeteneği veya hayat ve davranışlarla ilgili konularda adil yargılama kapasitesi olarak tanımlanmaktaydı. (Rowley, 2006)
“Bilgelik, öngörü ve vizyonla birlikte çıkarımın en üst seviyesi ve ufkun ötesini görme becerisidir.
- Awad ve Ghaziri”
Vebb Hiyerarşisi
Veri, enformasyon, bilgi ve bilgelik (VEBB) hiyerarşisi birçok alanda popüler olan bir konudur. Bilgi yönetimi literatüründe daha çok “bilgi hiyerarşisi” veya “bilgi piramidi” olarak ele alınırken; aynı hiyerarşi enformasyon bilimi alanında “enformasyon hiyerarşisi” veya “enformasyon piramidi” adı altında incelenir. “Enformasyon” veya “bilgi” terimlerinin seçilmesindeki etken, ilgili çalışmanın hangi alanda yapıldığıdır. (Sharma, 2005)
Şair T.S. Eliot bu adı kullanmasa da “VEBB hiyerarşisi”nden söz eden ilk kişi olmuştur. (Sharma, 2005) Eliot, 1934 yılında yayınladığı bir şiirinin mısralarında enformasyon, bilgi ve bilgelik kavramlarından bir hiyerarşi içerisinde bahsetmiştir:
Where is the Life we have lost in living?
Where is the wisdom we have lost in knowledge?
Where is the knowledge we have lost in information? (Sharma, 2005)
T.S. Eliot yukarıdaki mısralarında bilgeliği bilgiye, bilgiyi ise enformasyona bağlayarak, birbirleriyle bağlantılı ve bağımlı olduğunu ileri sürmüştür. (Ahsan & Shah, 2006)
VEBB hiyerarşisi ile ilgili uzunca bir aradan sonra, 1980’lerden itibaren çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Sırasıyla Cleveland (1982), Zeleny (1987) ve Ackoff (1988) yayınladıkları makaleleri ile bu hiyerarşiyi açıklamaya çalışmışlardır.
Sistem kuramcısı ve örgütsel dönüşüm profesörü Russell Ackoff’a göre insan aklının içeriği beş kategori halinde sınıflandırılabilir: Veri, enformasyon, bilgi, anlama ve bilgelik. Ackoff, bilgi ve bilgelik arasına başka bir katmanı, anlamayı eklemiştir. Ackoff, ilk dört kategorinin geçmişle ilişkili olduğunu belirtir; bunlar, neyin olduğu ve neyin bilindiği ile ilgilenirler. Yalnızca beşinci kategori, yani bilgelik, görüş ve tasarımı içinde barındırdığı için gelecekle ilgilenir. Bilgeliğe sahip olunduğunda, şimdiki zaman ve geçmişin anlaşılmasının yanı sıra gelecek öngörülebilir. Ancak bilgeliğe ulaşmak kolay değildir; bunun için ilk dört kategoride başarılı olunmalıdır. (Ahsan & Shah, 2006)
Ackoff’un bilgi ve bilgelik arasında bir yerde konumlandırdığı anlama, bulgu ve zamana gereksinim duyar. Kendi hiyerarşisinin bu geçici boyutunu tartışırken Ackoff, enformasyonun hızla eskirken bilginin daha uzun bir yaşam süresinin olduğuna, anlamanın ise yalnızca bir devamlılık izlenimine sahip olduğunu işaret eder. (Sharma, 2005)
Ackoff’a göre;
• Veri hamdır. Yalnızca vardır ve varlığının ardında yatan bir anlam yoktur. Herhangi bir biçimde, kullanışsız veya kullanışlı olarak var olabilir. Bir anlamı yoktur.
• Enformasyon, ilişkisel bağlantı yoluyla anlam katılmış veridir. Bu anlam kullanışlı veya kullanışsız olabilir.
• Bilgi, eformasyonların bilinçi bir şekilde, kullanışlı olması amacıyla toplanmasıyla oluşur. Enformasyonu hafızasına alan biri, potansiyel bilgiyi barındırır. Bu bilgi, sahip olan kişi için kullanışlı bir anlama sahiptir.
• Anlama olasılıklı, kavramsal ve analitik bir süreçtir. Bilginin alınıp, önceki bilgilerle yeni bilginin ortaya çıkarıldığı bir süreçtir. Anlama ve bilgi arasındaki fark, “öğrenme” ve “ezberleme” arasındaki farktır. Anlama yeteneğine sahip kişiler, önceki bilgileri veya anladıkları aracılığıyla yeni bilgiler, bazı durumlarda en azından yeni enformasyonlar sentezleyebilirler.
• Bilgelik tahmin yürütülen, belirlenimci olmayan ve olasılıklı olmayan bir süreçtir. Bilincin geçirdiği önceki tüm aşamalara ve özellikle insan programlamasının özel türlerine (ahlaki ve etik kodlar vs.) başvurur. (Bellinger, Castro, & Mills)
Ancak, bu sıranın aslında Ackoff’un belirttiğinden daha az içeriğe sahip olduğu ileri sürülmektedir. Tabloda, veriden enformasyona, bilgiye ve son olarak bilgeliğe geçişi ve her bir seviyeden diğerine geçilirken bu geçişleri destekleyen anlamayı göstermektedir. Bu gösterimde anlama ayrı bir katman olarak yer almamaktadır. (Bellinger, Castro, & Mills)
Shannon Entropisi
Mesajın entropisi, enformasyon teorisinde Shannon entropisi veya bilgi entropisi olarak da adlandırılır. Shannon entropisi, mesajın olasılık dağılımına dayanarak hesaplanır ve iletişim kanalındaki ortalama bilgi miktarını temsil eder.
Mesajın entropisi, bir mesajın içerdiği bilginin miktarını ölçerken, entropi birim olarak genellikle bit veya nat gibi bilgi birimleri kullanılır. Bit, iki olası durumu (örneğin, 0 veya 1) temsil ederken, nat doğal logaritma tabanında ifade edilen bir ölçü birimidir.
Mesajın entropisi, mesajdaki olası durumların olasılık dağılımına dayalı olarak hesaplanır. Eğer bir mesajdaki olası durumlar eşit olasılığa sahip ise, yani her durumun gerçekleşme olasılığı aynı ise, entropi maksimumdur ve mesajdaki bilgi miktarı da en yüksektir. Öte yandan, bir mesajdaki durumlar arasında dengesiz bir olasılık dağılımı varsa, yani bazı durumlar diğerlerine göre daha olası ise, entropi düşük olacak ve mesajdaki bilgi miktarı da azalacaktır.
Entropi hesaplamak için şu formül kullanılır:
Burada H(X), mesajın entropisini temsil eder. p(x) ise her bir durumun olasılığını ifade eder. ? ise tüm durumlar üzerindeki toplamı ifade eder. log2, logaritmayı 2 tabanında hesaplamak için kullanılır.
Bu formül, mesajın olasılık dağılımını dikkate alarak, her bir durumun bilgi katkısını ve entropiyi hesaplar. Daha yüksek olasılığa sahip durumlar daha az bilgi katkısı yapar ve daha düşük entropiye yol açar. Daha düşük olasılığa sahip durumlar ise daha fazla bilgi katkısı yapar ve daha yüksek entropiye neden olur.
Mesajın entropisi, iletişim kanallarında veri sıkıştırma, hata düzeltme ve optimizasyon gibi birçok uygulama alanında kullanılır. Entropi, mesajın içerdiği bilgi miktarını ölçerek, iletişim sürecinin verimliliğini değerlendirmeye ve optimize etmeye yardımcı olur.
Daha Fazla Okuma ve Referanslar
Aslı KARAKAYA (2014). Yeni İletişim Ortamları ile Sömürgeciliğin Dönüşümü Gözetim Olgusu ve Bireylerin Farkındalık ve Teslimiyetleri Üzerine Araştırma, Yüksek Lisans Tezi (Marmara Üniversitesi)
Dr. Sertaç ÖĞÜT (2011). Yeni İletişim Ortamlarında Kontrol Aracı Olarak Etkileşim, Doktora Tezi (Marmara Üniversitesi)
Arnheim, R. (1971). Entropy and art an essay on disorder and order.
Cage, J. (1962). John Cage. New York: Werkverzeichnis Edition Peters, p. 41
Culpepper, S. E. (2010). Musical time and information theory entropy. Yayınlanmamış yüksek lisans tezi (University of Iowa)
Jensen, M. G. (2009). John Cage, chance operations, and the chaos game: Cage and the "I Ching". (The Musical Times)
Kuspit, D. (2018). Sanatın Sonu (Y. Tezgiden, çev.). İstanbul: Metis Yayıncılık.
Laney, R., Samuels, R. ve Capulet, E. (2015). Cross entropy as a measure of musical contrast.
Lochhead, J. (2001). Hearing chaos. American Music
Meyer, L. B. (1957). Meaning in music and information theory. The Journal of Aesthetics and Art Criticism
Mimaroğlu, İ. (1991). Elektronik müzik. İstanbul: Pan Yayıncılık.
Ruelle, D. (2017). Rastlantı ve kaos (D. Yurtören, çev.). İstanbul: Say Yayınları.
-
Jackson Pollock, ''Alchemy'' (1947) - Collection Peggy Guggenheim / Venice
Order & Disorder - The Story of Energy
Kültür ve Sanat Yönetimine Sistem Yaklaşımı ve Negentropi - Taner Beyoğlu
Kaos Teorisi, Bilgi Teorisi ve Entropi Yasasının 20. Yüzyıl Müzik Sanatına Etkileri - Elif Aktuğ & Ferda Konya
Cybernetics or Control and Communication in the Animal and the Machine - Norbert Wiener
Entropi: Dünyaya Yeni Bir Bakış - Rıfkın, J. ve T. Howard
The Oxford Quick Reference Dictionary and Thesaurus
Rätsel Information - Geheimnis des Wissens
Allgemeinbildung - Lexikon & Wörterbücher
Yorum Bırakın