Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 'Yaban' Adlı Romanında Yabancılaşma

Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun 'Yaban' Adlı Romanında Yabancılaşma
  • 18
    0
    1
    2
  •      

      Edebi yaşamına Fransız edebiyatı etkisiyle başlayan Yakup Kadri Karaosmanoğlu (1889-1974), zamanla kendi edebi kimliğini kazanmış, siyasi, toplumsal, tarihi, birey psikolojisini irdeleyen, realist eserler vermiştir. Uzun bir dönem boyunca eserlerini sanat ve politikayı birleştirmeyi amaçlayan “Kadro” dergisinde yayımlamıştır. Ancak halk yararını gözeten yazılarıyla ön plana çıkması sonucu, Ankara’ya çağırılmış ve Milli Mücadele dönemini Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında yakından takip etme fırsatı bulmuştur. Yakup Kadri hemen her alanda eser vermekle beraber, Türk Edebiyatının farklı taraflarını savunan Fecr-i Ati ve Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatlarında da kendini göstermiş, ancak, “Toplum için sanat” anlayışıyla Milli Edebiyat Akımını benimsemiştir. Atatürkçü, devrimci ve devletçi görüşlere sahip olan Yakup Kadri, eserlerini de sade ve akıcı üslubuyla görüşlerini açık biçimde yansıtan bir tavırda kaleme almıştır. Temelinde Anadolu insanı ve köylü yatmakta olan Milli Edebiyatta; dil ve diğer edebi türlerdeki değişimin yanı sıra Türk edebiyatının artık toplumu ele almaya başlaması, edebiyatımız için önemli eserlerin ortaya konmasına sebebiyet vermiştir. Bu önemli eserlerden biri de, I. Dünya Savaşından başlayıp, Sakarya Meydan Muharebesine kadar olan dönemde geçen, Milli Edebiyat geleneğini, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı’nda sürdüren, tezli roman türünde yazılmış “Yaban” romanıdır.  

    Yaban, vatanı uğruna birçok defa cephede savaşan, bu savaşlardan birinde tek kolunu kaybettikten sonra huzuru bulmak adına İstanbul’dan ayrılıp, Eskişehir’de, Porsuk Çayına yakın bir köye yerleşen Türk aydını Ahmet Celal üzerinden “Aydın ve Köylü” çatışmasını işlemektedir. Ahmet Celal’in hatıra defteri formatıyla kaleme alınan bu eser; dönemin aydınlarının nasıl kendini toplumdan çektiğini ve köylünün yalnızlaştırılmasının vahim sonuçlarını, eleştirel ve gerçekçi bir tutumla irdelemiştir. Kadri, milletin bu vahim durumunun sebebini aydından beklenileni yapmamasına bağlamaktadır. Bu, tarihsel ve toplumsal sebeplere bağlanabilse de, eserde, vatanın evladı olan aydının bir nevi geldiği yere ihanet ve terk eylediği görüşü öne sürülmektedir. Milli Mücadele döneminin bu denli zor geçmesinin, halkın örgütlenememesinin bilinçsiz bir köylü sınıfı ortaya çıkmasının en büyük sorumlusu aydın olarak görülmektedir. Böylelikle eser, hem bütün hatlarıyla aydının ehemmiyetini ortaya koymuş, hem de, aydın ona düşeni yapmadığında köylünün düştüğü vaziyeti gözler önüne sermiştir. 

     

                           

     

    2. Milli Mücadele Dönemi ve Toplum 

     30 Ekim 1918’de Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri’nin Mondros Ateşkes anlaşmasını imzalanmasının hemen ardından İtilaf Devletleri, kendi arasında Osmanlıya ait toprakları anlaşmanın imzalanmasından çok daha önce paylaşmış, anlaşmanın mürekkebi kurumadan işgale başlamışlardır. Bu esnada Osmanlı Hükümetleri, İtilaf Devletleri, Yerel, Bölgesel Kongreler ve Ulusal-Merkezi Yönetim gibi otorite merkezleri, zor kullanmaktan inandırmaya kadar muhtelif yöntemlere başvurmak suretiyle; Türk halkının ikna edilmesine ve kendi yanlarında yer almasına çalışmışlardır (Ökte, 2013, s.3). O dönemin bazı aydınları da dahil olmak üzere halk; kurtuluşun manda ve himayede olduğunu savunmuştur ancak Mustafa Kemal Paşa bu düşünceyi bağımsızlığa uygun görmemektedir. Onun nezdinde bağımsız yeni bir “Türk Devleti” kurulmalıdır ve bu düşünceyi destekleyen birkaç silah arkadaşıyla beraber görüşmeler yapmaya başlamıştır. “Kurulacak yeni devletin uygulama yeri Anadolu olarak seçilmiştir. Anadolu’ya geçiş yolları arayan Mustafa Kemal Paşa, tam bu dönem Samsun’a 9. Ordu Müfettişi olarak atanır ve 16 Mayıs 1919’da mücadeleye başlanır” (Bkz. Kılıç, 2019, s. 48-49). Anadolu’daki genel durum içler acısıdır. Ordular dağıtılmış, silahlara el konmuş, halk aç, susuz ve hastadır. İstanbul’u işgale başlanmıştır ancak Padişah ve İstanbul Hükümetinden ses yoktur. Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa bir bildiri yayınlayarak, milletin birlik olmasını ve İstanbul Hükümetinden ümidi kesmesini söylemiştir. Aslında bu dönem tek istenen biraz milli güç ve iradedir. Birbirini izleyen savaşlar süresinde Anadolu insanı sömürülmüş, Mustafa Kemal Paşa ve yoldaşları düşman gibi gösterilmek istenmiş, Padişah’a ve İstanbul’a sadık kalmaları söylenerek İtilaf kuvvetleri dost olarak yansıtılmıştır. Anadolu insanındaki ümmetçilik anlayışı ve iletişimsizlik, mücadele ruhunu en çok engelleyen şey olmuştur. Çünkü köylü sınıfına Padişah ve Halife’nin buyruklarına uymak dışında herhangi bir şey öğretilmemiş; bu algılarının değişmesi amacıyla örgütlenen “Aydın” kesim de amacına yönelik hareket etmemiştir ve ortaya bu iletişimsizliğin doğurduğu bilinçsiz köylü sınıfı çıkmıştır. Bu sebeple Milli Mücadele döneminde halk, bahsedilen talihsiz olaylar başından geçmeden bu ruha sahip olamamıştır. Yakup Kadri “Yaban” adlı eserinde bunu şu şekilde yansıtmaktadır:

    “(…) Gün geçmiyor ki, üç-dört düşman uçağı başımız üstünde uçmasın. (…) Bir başka defa yere, birtakım kağıtlar attılar. Bu kağıtlardan bir tanesi benim elime geçti. Diyordu ki: “Eskişehir, Kütahya’yı aldık. Yarın öbür gün buralara kadar geleceğiz. Sakın, yerinizden, yurdunuzdan olmayınız. Halife ve Padişah bizimle beraberdir. Biz sizi Kemal’in çetelerinden kurtarmak için harbediyoruz!” 

    Köylüler, bunu okuyunca, her birinin gözünün sevinçten parıl parıl parlamağa başladığını gördüm.” (Karaosmanoğlu, 1983, s. 125-126) 

     

    Milli Mücadele Dönemi, Büyük Taarruza kadar Türkiye’yi her anlamda derinden etkileyen bir dönem olmuştur. Bu dönemde halkı uyandırmak, örgütlemek ve yönetmek çok zorlayıcı olsa da, her şeyin sonunda milli bilinç sağlanmıştır. 

                       

    3. Yabancılaşma (Alienation)

             İnsanın en temel problemlerinden biri olarak karşımıza çıkan “Yabancılaşma”; tarih, psikoloji, sosyoloji, din vb. gibi bilim alanlarının birçoğu için araştırılan ve üzerine çalışılan bir konu olmuştur. Etimolojik kökeni Yunancada ‘alloiosis’ ve Latincede ‘alienatio’ olan “Alienation”, (Stack ve Rotenstreich, 1991; Akt., Güğercin ve Aksay, 2017; Akt., Kırman ve Atak, 2020) kavramsal olarak tarihte öncelikle Hegel’in Rousseau’dan etkilenmesiyle kullanıldığını görmekteyiz. Devamında Feuerbach, kavramın temelini insana indirgenerek Marx tarafından son haline getirilmiştir. Türkçe’de ise yabancılaşma Farsça kökenli “Yaban” kelimesinden gelmektedir. “Farsça’da karşılığı “boş, ıssız yer” anlamına gelen yaban, Türkçe’de yaban sözcüğünü karşılayan bir de ‘il, el’ sözcükleri vardır. Bu çerçevede ‘yabani’ veya ‘yabancı’ elden olan, yerli, bildik olmayan kimse demektir. Anlam daha da genişletildiğinde “evcil olmayan”, “uygarlaşamamış”, “toplumdışı kalan” gibi karşılıklara da rastlamak mümkündür” (Kiraz, 2011, s.4). Bu bağlamda kelime anlamı olarak incelediğimizde; bir şeyden, bir kimseden uzaklaşmak; bir şeye veya bir kimseye yabancı gelecek eylemler içerisinde farklılaşmak; ilgisiz olmak gibi anlamlar vermektedir. 

          İlk kez anlamı bağlamında kavramı kullanan Hegel, var olan yabancılaşmanın doğanın mutlak tininin kendine yabancılaşmış biçimi olduğunu savunurken; Feuerbach buna, insanın kendine yabancılaşması değil, Tanrının kendisine yabancılaşmış insan olduğunu söylemektedir. Feuerbach’ın çıkış noktasının bu bağlamda biraz daha dini olduğunu görmek mümkündür çünkü ona göre yabancılaşma, dini yabancılaşmaya denk düşmektedir. Hegel ve Feuerbach her ne kadar birbirine zıt pencerelerden kavramı ele alsalar da görüşleri Marx’a ilham olmuştur. Yabancılaşma teorisinde ‘yabancılaşmış emek’ kavramından hareket eden Marx, onda yabancılaşmış emeğin ilk görünümü işçinin kendi ürününe yabancılaşmasıdır diyerek bunu insan doğa ilişkisi ekseninde anlatmış; bu fikirlerinin temellerini de Hegel ve Feuerbach ile atmıştır (Aydoğan, 2015, s.275-278). Bu da onun bu kavramı daha çok ekonomik ve sosyolojik bağlamda ele alıp irdelediğini bize göstermektedir. Çünkü yabancılaşma kavramı kendi başına ya da olağan sebeplerden ortaya çıkmamıştır. Toplumsal; savaş, kriz, darbe, seçim, kıtlık vb. gibi olaylar ve bunların getirisi olan iletişimsizlik, bireyin, bilinen her şeye yabancılaşmasına bir sebep oluşturmuştur. “Yabancılaşma insanın çevresiyle olan bağlarında bir kontrolsüzlüğe sebep olmakta ve topluma karşı ilgisizlik ve uyum problemleri, yargılama ve aşırı seçicilik halleri yabancılaşma olarak görülebilmektedir” (Bölükmeşe ve Erçin, 2022). Bu bağlamda “Yabancılaşma” kavramını felsefe, psikoloji, sosyoloji, din vb. bağlamlarında farklı uzaklaşım veya soyutlanma durumu olarak tanımlayabiliriz.

          Bütün bu oluşum süreci ve düşünceler çerçevesinde “Yabancılaşma” kavramının topluma ve edebiyata yavaş yavaş zuhur ettiğini, bunun sonucunda da günümüzdeki şeklini aldığını ancak yine de üzerine çalışmaların devam ettiğini söylemek mümkündür. 

     

                       

          

    4. Türk Aydını (Entelektüeli)

    Farklı bir medeniyet anlayışının ürünü olan “Entelektüel” kavramı, Türk medeniyet tarihinde dilimize tam karşılığı verilecek biçimde kazandırılamamıştır. Türk kültüründe “Münevver ve Aydın” olarak en yakın nitelendirilmesi yapılsa da; Batıdan bize intikal eden “Aydın” kavramı, diğer medeniyetlerin anlamlandırmada sağladığı net vurguyu, Türkçede sağlayamamaktadır. Buna rağmen, kavramın ifade ettiği kesim her kültürde aynıdır. “Genel anlam olarak aydın; bilgili, eğitimli, kendisi aydınlanmış olduğu için etrafını da aydınlatabilecek olan anlamlarına gelmekte ve toplumların bu kesimini temsil etmektedir. Özellikle az gelişmiş ülkelerin eğitim görmüş kesimini temsil eden aydınlar, eğitimlerini yurt dışında yani Batıda alır, kendi ülkelerindeki geri kalmışlığa rağmen modernleşir, yani “Aydın” olurlar” (Bkz. Şen, 1995, s.387). Elbette ki aydınlar da kendilerinin toplum içinde birer görevi olduğu bilincinde olan insanlardır. Batılılaşan yeni ve gelişmiş bir toplum kurulması gerektiği hususunda hassas yaklaşımları bulunmaktadır. Yalnızca aydın değil, halkın belirli bir kesimi de bu bilince sahip olmakla birlikte aydından umutludur.

    “Kültür değişimine öncülük etmek, değişeni daha popüler ve yaygın hale getirmek, yeni bir zevkin ve üslubun öncülüğünü sürdürmek, halkın politik ve sosyal tercihlerini etkilemek, yüksek kültür yaratmak ve yaymak, milli ve milletler üstü modeller kurmak, ortak kültürler geliştirmek, sosyal gelişmeleri etkilemek, politik roller oynamak gibi görevler bekler. (Balcı, 2002, s. 24, Akt: Ülgener, 2012, s. 66-67)”

     

                  Bütün bu bilince rağmen “Aydın nedir?” ve “Aydın nasıl olmalıdır?” sorularına Türkiye sınırları içinde bakıldığında net bir cevap verilememiştir. Zira, birbirine çok yakın görüşler ortaya atılsa dahi, siyasi, milli, ahlaki vb. beklentilerin çeşitliliği, aydının toplumdaki fonksiyonu bağlamında birbiriyle çatışmakta ve her bakış açısına göre farklı aydın tipi oluşmaktadır. Bu bağlamda, “Aydın”ın ne olduğu yapılan genellemeler dışında öznel ve tanımsız kalmaktadır. Bunu aydın kavramını tarihsel olarak incelediğimizde de net bir biçimde görebilmekteyiz. Her dönem, farklı koşullar ve maruz kalınan köklü değişimler sebebiyle aydın kesime bakış ve ondan beklentiler değişmiştir. “Çünkü savaş yılları özellikle Türk milliyetçiliğine ve ona yol gösteren Aydın tabakaya yapılan vurgunun hat safhaya ulaştığı bir dönem olmuştur” (Şirin, 2013, s.943). Bu bağlamda değinmemiz gerekirse; Tanzimat dönemiyle Türk Kültüründe kendini göstermeye başladığı düşünülen aydının, İslamiyet öncesinde ve sonrasında çeşitli problemler karşısında devlete ve topluma yön gösteren kimseler olarak da var oldukları söylenebilmektedir. Osmanlı döneminde “İlmiye Sınıfı” olarak adlandırılan bu kesim; İslamiyet sonrasında otoritelerini “Peygamberin Mirasçıları” (Bkz. Balcı, 2002, s. 30) şeklinde sağlamış, fikirlerini dini olgulara bağlı kalarak oluşturmuşlardır. Elbette Avrupa’nın gelişmelerine ayak uydurmak isteyen bazı düşünürler sayesinde bu sınırlandırmalardan kurtulunmuş ve “Modernleşme” dönemine girilmiştir. Aydınlar onlardan beklenen aydınlanmayı kimine göre sağlamış, kimine göre sağlayamamış ve halkı bilgisizliğe terk etmiştir. 

    Bakıldığı zaman çok eski dönemlerden beri var olan ancak tam anlamıyla adlandıramadığımız “Aydın” kavramı; Avrupa’nın değişimlerine olan ilgi artıp, Batılılaştıkça, toplum içinde gelişerek tutunmaya devam etmişler ancak bir süre sonra yetkinliklerini yüksek oranda yitirmişlerdir.

                           

    4. Yaban’da Aydın-Köylü Yabancılaşması

    Her edebiyat eserinin kendine ait bir dünya görüşü ve savunduğu ideolojisi bulunmaktadır. “Yazarlar görüş ve eleştirilerini toplumla paylaşmak ve savunmak için edebi yollara başvurmaktadırlar. Özellikle dönemine göre iletişimin kısıtlı olduğu toplumlarda roman, şiir, hikaye vb. gibi türler en etkili yöntem ve araç olarak kullanmıştır” (Bkz. Dündar, 2014, s. 2-3). Yakup Kadri’nin Yabanda yaptığı tam olarak bu bahsedilen iletişim olayıdır. “Anlatmak istediği, milliyetçi de olsa bir Türk aydınının, Türk halkından zihniyet olarak çok uzak olduğu ve bu halkı ne kadar az tanıdığıdır” (Sevim, 2014, s.193). Bu yabancılık ve romanında yarattığı köylü/aydın çatışması, eser yayınlandığı ilk günden itibaren fikir ayrılıklarına sebep olacak bakış açılarıyla ele alınmıştır. Birçok kişi Kadri’nin yaklaşımını doğru bulsa da birçok kişi köylüyü yerdiği düşüncesiyle yazara yönelik ağır eleştirilerde bulunmuştur. Bu eleştiriler sebebiyle romanın ikinci basımının ön sözüne, Kadri, uzun incelemeli bir açıklama ekler ve şuna değinir:

    “(…) Mesela Yaban’a yöneltilen başlıca suç kitabın köylü aleyhtarı bir karakter taşıması: köylü maddi ve manevi sefaletini bir entelektüel ağzından tezfiye kalkmış olmasıdır. Yabanı ikinci defa gözden geçirdikten sonra anlıyorum ki, bu, bütün manasiyle bir iftiradır. Zira, romanın kahramanı olan entelektüele, elinizde tuttuğunuz şu cildin bu baskıda hangi sayfaya rastlayacağını bilmediğim bir yerinde, bundan yirmi beş yıl evvelki köyün hazin bir tablosunu çizdikten sonra dedirtmişim ki:

    Bunun sebebi, Türk aydını gene sensin! Bu viran ülke ve bu yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.” (Karaosmanoğlu, 2012, s.10)

     

    Tamamını incelediğimizde görmekteyiz ki aslında yazar bize aydının köylüyü yalnız bırakmasından ve onun için, olması gerekenin aksine hiçbir şey yapmamasından bahsetmektedir. İlk sayfalarda köylünün aydını dışladığını düşündürecek ifadeler bulunsa da, gelişme bölümlerinde asıl sebebi görebilmekteyiz.

     

    “Bir gün… bir gün, onlara, ispat edebilecek miyim ki, ben bir “yaban” değilim? Benim damarlarımdaki kan onların damarlarında işleyen kandır. Aynı dili söylemekteyiz, aynı tarihi ve coğrafi yollardan, hep birlikte gelmişizdir. İspat edebilecek miyim ki, aynı Allah’ın kuluyuz! Aynı siyasi mukadderat, aynı sosyal bağlar, bizi kardeşlik, evlatlık, analık babalık üstünde bir yakınlıkla birbirimize bağlamıştır.” (Karaosmanoğlu, 2012, s.36)

     

    Eserdeki aydın kişisi Ahmet Celal, köyde “Yaban” lakabıyla anılmaktadır. Bunun nedeni köylünün sahip olduğundan daha farklı fikirleri ve bakış açısı olmasıdır. Ahmet Celal bunun nedenini yine Türk aydını olarak görmektedir. “Çünkü, ona göre aydının görevi, etinden sütünden beslendiği bu toprakların insanını; çağdaş medeniyetler seviyesine getirerek, Batı’da gördüğü ve öğrendiği her şeyi köylüsüne, halkına öğretmektir. Bu bağlamda Ahmet Celal, Türk aydınını oturttuğu yerle ilgili sürekli bir yorum içerisinde ve sorgulayıcı olmuştur” (Bkz. Kısacık, 2015, s.18). Uzun, yorucu ve yıkıcı Milli Mücadele döneminde bir gazi ve aydın olarak yerleştiği bu köyde net bir şekilde görüp şahit olmaktadır ki, köylü unutulmuş, aydın yabancılaşmıştır. 

     

    “Bunun nedeni, Türk aydını, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kitlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde katı toprak üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun.

    Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadım. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı! İşletemedin. Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, katı toprakla kuru göğün arasında yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki, ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte, her yanın yarılmış bir halde kanıyor ve sen, acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir, senin kendi eserindir.” (Karaosmanoğlu, 2012, s.110-111) 

     

    Bütün bu farkındalığına rağmen Ahmet Celal köylüye alışabileceğini, onlar gibi yaşayabileceğini düşünmektedir. Ancak, tamamıyla onlara karışabileceğini düşünürken, onlardan daha da uzaklaşmıştır. Bunun en büyük sebebi Kurtuluş Savaşıyla alakalı köylünün yaklaşımıdır. İletişimsizlik ve bilgisizlik köylüyü çıkarı uğruna konuşan bütün düşman yanlısı kişilere inanmaya itmiştir. Budan dolayı aydın olan Ahmet Celal’in ılımlı tavrı yerini nefrete ve tiksintiye bırakmıştır. Bu tepki tek taraflı değildir, köylüler de düşman sanki Ahmet Celal gibi davranmaktadır ve aydın kişi bu durumdan “Sanki zapt etmek isteyen düşman benim, teslim olmak istemeyen kale burasıdır” (Karaosmanoğlu, 20120, s.199) şeklinde yakınmıştır. “Düşman kuvvetlerin köye girip, köylüye her şeyin gerçeğini göstermesi bile köylü ve aydının yakınlaşmasına; birlik olmasına öncülük edememiştir” (Bkz. Moran, 2018, s.201). Bu noktada değinilmesi gerekir ki, romanın tezinin çatışma noktasının aydın ve köylü arasındaki kültürel uzaklık olduğu, birçok araştırmacı tarafından öne sürülmektedir. Lakin, Yaban’da ele alınan en önemli karşıtlığın vatan ve devlet yanlısı aydınlarla, Kurtuluş Savaşı karşıtı gerici köylüler arasında doğduğu bir gerçektir. Okumuş aydın ve cahil kalmış köylü çatışması aslında; aydın’a yöneltilen eleştirinin netliği açısından romanın alt metninde verilmiş olan bir “doğru” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda maalesef ki, Ahmet Celal kendisini köylüye olan derdini anlatamaması onları aydınlatamamasını, kendini bir teneke kutuya benzeterek eleştirmektedir.

    “Geçen gün, kırlarda dolaşırken ayağım bir konserve kutusuna çarpmıştı. Durup bakmıştım. Bu kutu Amerika’dan gelmiş bir kutu idi ve üstüne İngilizce bir şeyin adı yazılı idi. Bu kutuyu buraya hangi yolcular bıraktı? Kim bilir ne zamandan beri kaldı, bilmiyorum. Fakat tuhaf bir ilgiyle eğildim, elime aldım, baktım adeta bir eski aşinayı görür gibi oldum. 

    Ben, bu topraklarda, işte bu teneke kutunun eşiyim.” (Karaosmanoğlu, 2012, s.69) 

     

    Teneke kutu, yabanlığın, istemeden içi boşaltılarak atılmışlığın bir sembolü olarak görülmektedir. Genel anlamıyla, insanın kendisini yitik, yalıtık bir nesneye-metaya dönüştürmesi, acizliğin bir göstergesi anlamı bulunmaktadır. “Ahmet Celâl bir aydın olarak, içi boşaltılmış, işe yaramaz hale getirilmiş bir teneke kutu gibi bu topraklara ve bu toprakların insanına belki de işgalci düşmandan daha yabancı kalmıştır. Onun anlattıklarını anlamayan köylü, onun gibi düşünen bütün insanları (aydınları) da anlamaz” (Bkz. Şahin, 2007, s.184). Bu bağlamda Ahmet Celal artık kendisini, yani “Aydın”ı, olanlar karşısında etkisiz ve yetersiz görmüş, bu da onu köylüden vazgeçişe doğru sürüklemiştir. 

     

     

                   

     

     

     Milliyetçi, devletçi ve Atatürkçü görüşe sahip olan Karaosmanoğlu, bu eserinde aydının köylüye yabancılaştığını; bu yabancılaşmanın köylüyü de aydına yabancılaştırdığını ortaya koymuştur. Bir Türk evladı olan aydının, ondan her bakımdan faydalanmasına rağmen kendi insanına sahip çıkmayarak onu nasıl cahilliğe ve yozlaşmış bir toplum olmaya terk ettiğini, yazar, kendi eleştirel, aynı zamanda objektif bakış açısıyla ele almıştır. Vatanın birliğe, aydınlığa ve bilince en çok ihtiyacı olan Milli Mücadele gibi bir dönemde, hakkında umut dolu fikirlere sahip olunan aydının ihmalinin sonuçları verilmiş, toplumda birbirini asla anlamayacak iki tabaka oluşturulduğunu gözler önüne sermiştir.

    Kendisi de yaşadığı dönemde aydın bir kişilik olan Yakup Kadri, edebiyat dünyasında çarpıcı eleştirilere sebep olacak ancak bir o kadar da farkındalık yaratacak bir eser ortaya koymakla beraber, aydın ve köylünün arasında kapanması zor, büyük uçurumlar açıldığını ve bunu telafi etmesi gerekenin yine bu uçurumu açan aydın olduğunu ifade etmiştir.


    Kaynakça
    Acar, S. (2014). Yakup Kadri'nin Yaban Romanında Aydın-Halk Kopukluğu. Marmara Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 1(2), 189-195.

    Atak, T., & Kırman, H. (2020). Yabancılaşma: Kavramsal ve Kuramsal Bir Değerlendirme. Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (KÜSBD), 10(2), 279-295.

    Aydoğan, E. (2015). Marx ve Öncüllerinde Yabancılaşma Kavramı. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi (54), 273-282.

    Balcı, Y. (2002). Türk Romanında Aydın Problemi (1908-1950). Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı Kültür Eserleri.

    Bölükmeşe, E., & Erçin, M. (2022). Haldun Taner'in Gözlerimi Kaparım Vazifemi Yaparım Eserinde "Vicdani" Karakteri Üzerinden Yabancılaşma Kavramına Bir Bakış. International SOCIAL MENTALITY AND RESEARCHER THINKERS Journal, 8(59), 927-937.

    Dündar, F. (2014). Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun Yaban Adlı Romanındaki Ulus İnşa Etme Amacı. Akademik Bakış Dergisi.

    Karaosmanoğlu, Y. K. (2012). Yaban. İstanbul: İletişim Yayınevi.

    Kılıç, M. (2019). Milli Mücadele Döneminin Stratejik Açıdan Değerlendirilmesi. Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Dergisi.

    Kiraz, S. (2011). Yabancılaşma Sorunu ve Hegel, Yüksek Lisans Tezi (Yayınlanmamış). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Entitüsü.

    Kısacık, T. (2015). Yakup Kadri'nin Yaban Romanının Yapı ve Tema İncelemesi, Yüksek Lisans Tezi, (Yayınlanmamış) Yakın Doğu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

    Moran, B. (2018). Yaban'da Teknik ve İdeoloji. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 1. içinde İstanbul: İletişim Yayınevi.

    Ökte, S. K. (2013). Milli Mücadele Döneminde Halkla İlişkiler, Yüksek Lisans Tezi (Yayınlanmamış). Ankara Üniversitesi, 3.

    Şahin, V. (2007). Roman Tekniği Bakımından Yaban. New World Sciences Academy.

    Şen, S. (1995). Türk Aydını ve Kimlik Sorunu. İstanbul: Bağlam Yayınları.

    Şirin, F. S. (2013). Türk Aydınının Anadoluya Yönelişinde Balkan Savaşlarının Önemi. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi(52), 943-970.

     

     


    Yorumlar (1)
    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.