"Bir film yapmak için ihtiyacınız olan şeyler, sadece bir tabanca ve bir kızdır."
Jean-Luc Godard
20. Yüzyıl sanatını değiştiren en önemli olaylardan biri, bir grup sinema yazarının kamera arkasına geçmeye karar vermesi üzerine ortaya çıktı. Fransız Yeni Dalgası, savaş sonrasında yaralarını sarmaya çalışan ülkeden çıkıp önce tüm Avrupa'yı, sonrasında tüm dünyayı etkisi altına aldı.
Fransa, 1944 yılında dört yıl süren Nazi işgalinden kurtuldu. Naziler işgal süreci boyunca ülkede çekilen her filmi sıkı denetime tabi tuttu, örtülü ve açık propaganda yapılan filmler teşvik edildi, Amerikan filmlerinin gösterimi yasaklandı. Ülke bağımsızlığını geri kazanınca, ABD ile yapılan anlaşma gereği bu filmlere izin çıktı. Dönemin Amerikan filmleri, kara filmlerden (film-noir) renkli müzikallere büyük çeşitlilik gösteriyordu. Alfred Hitchcock'u, Orson Welles'i, Nicholas Ray'i keşfeden Fransız seyircisi de sinemaya her zamankinden çok ilgi gösterir olmuştu. Yeni anlayışla çekilmiş bu Hollywood filmleri izleyen sinemaseverler bu yapımlara uzunca kafa yoruyor, fikirlerini yeni kurulan "sinematekler"de (Cinematheque, en meşhurunun kurucusu İzmir doğumlu Henri Langlois'tir) paylaşıyorlardı. Bu fikirler zaman içinde çeşitli sinema dergilerinde toplandı, bunlardan en meşhuru olan (ve hala yayınlanan) Cahiers Du Cinema da bu dönemde ortaya çıktı. 1951'de basımına başlanan, fikir babalığını ünlü teorisyen Andre Bazin'ın yaptığı derginin genç yazarları, sırayla kendi filmlerini çekmeye ve söyleyeceklerini filmler aracılığıyla ifade etmeye karar verdiler. Bu filmler, Yeni Dalga (nouvelle vague) akımını oluşturacaktı.
Jean Luc Godard, François Truffaut, Eric Rohmer, Claude Chabrol ve Jacques Rivette adlı bu genç yazarların temel teorilerinden biri, fikir babası Andre Bazin'ın sıklıkla kullandığı ve François Truffaut'nun ilk kez belirttiği "auteur teorisi"dir. Derginin yayına girdiği dönemde sinemanın yedinci sanat olup olmadığı konusunda tam anlamıyla uzlaşılamamış, sinema eğlencelik olma ile sanat dalı olma arasında kalmıştı. Yazarlar film yönetmenlerini filmi tasarlayan, eserlerini yazmada kalem yerine kamera kullanan birer auteur (yazar) olarak görüyordu. Bir auteur'ün her filmi, onun kişiliğinden parçalar içeriyordu ve izler izlemez yönetmenlerini anlayabiliyordunuz. Dünyada ilk defa işleri böyle ciddiyetle tartışılan yönetmenler (Hitchcock, Ray, Fritz Lang gibi isimler) derginin dünya genelinde popülerleşmesinde pay sahibi oldu. Fransa'da yeniden çekilmeye başlanan kaliteli filmler de yazarları yönetmenliğe yönlendiren bir diğer etkendi. Bunlar arasında Jean-Pierre Melville'in de etkisi büyüktür.
Çekilen birkaç kısa filmin ardından yönetmenliği ilk deneyen Truffaut oldu. Les Quatre Cents Coups (400 Darbe, 1959) yönetmenin kendi ergenlik döneminden izler taşıyan, otobiyografik bir filmdi. Ana karakteri Antoine Doinel oradan oraya sürükleniyor, kendine bir yol çizmeye çalışıyor, savaş sonrası Fransız toplumunu temsil edecek şekilde endişeli ve aylakça yaşamaya çalışıyordu. Truffaut, Balzac saplantılı bu genç adamın hikayesini biri kısa metrajlı dört devam filmi daha çekerek sürdürecekti.
400 Darbe, ardından gelen harika Alain Resnais filmi Hiroshima Mon Amour (Hiroşima Sevgilim, 1959) ile beraber coşkuyla karşılandı. Artık dünya genelinde tanınan bu genç sinemacılar için daha cesur davranmanın zamanıydı. Ekibin film 'medyumu' ve hikaye anlatımına en çok kafa yoran üyesi Jean-Luc Godard, birden fazla deneyi aynı anda yaptığı filmi A bout de Soufle (Nefes Nefese, 1960) ile çığır açtı. Amerikalı bir gazeteciye aşık olan genç bir gangsterin hikayesini anlatan bu film, dinamik tarzıyla heyecan uyandırmakla kalmadı, aynı zamanda bütün bir Yeni Dalga akımının manifestosu olma görevini üstlendi. Hızlı kurgu, devamlılığa dair o zamana kadarki tüm kuralları reddeden kesmeler, hayatın anlamını çözmüş gibi konuşan, toplumla kavgalı ve cool karakterler; akımın sonraki filmlerince sıkça kullanılacaktı.
[caption id="" align="aligncenter" width="715"] A Bout de Souffle (1960)[/caption]
Yeni Dalga devrim yaratmıştı. Setler yerine mekanlarda yapılan çekimler ve düşük bütçeler, yönetmenlere filmleri üzerinde istedikleri deneyleri yapma imkanı sunuyordu. Savaştan sonra büyüyen ekonomi sayesinde çapları git gide büyüyen Fransız filmlerine bir başkaldırı niteliği taşıyan bu filmler, birer auteur olan yaratıcılarının gençlik enerjilerini, sinema sevgilerini ve provokatif duruşlarını taşıyordu. İzleyen yıllarda Tires sur le Pianiste (Piyanisti Vurun), Jules et Jim (Jules ve Jim), Pierrot le Fou (Aptal Pierrot) ve Vivre Sa Vie (Hayatı Yaşamak) gibi filmler, akımın geleneksel hikaye anlatım tekniğini reddeden tarzını farklı film türleri üzerinde denedi. Zaman içinde yönetmenlerin fikirleri evrildi, Godard sinema yazılarına benzer şekilde eleştiri odaklı, sinemayla bizzat sinema yoluyla didişen filmler yaparken Truffaut tazeliğini korusa da geleneksel hikayeler anlatan işler çıkarmaya başladı. Akımın en büyük iki yönetmeninin arası bu yüzden açıldı. Godard yakın arkadaşının "davayı sattığını, eleştirdikleri şeyleri yapmaya başladığını" söylüyordu. Tonu gittikçe sertleşen uzun süreli bir mektuplaşmanın ardından ikili, Truffaut'nun 1984 yılındaki erken ölümüne kadar hiç konuşmadı.
[caption id="" align="aligncenter" width="499"] Truffaut ve Godard.[/caption]
"Hayata bakışını, hayatını değiştirdin, ve şimdi bile sinemaya bakış açını mahvetmek için saatlerini harcamaya devam ediyorsun. Bize olan nefretini artıracak şeyler bulmak seni tatmin mi ediyor? Bence bunu itiraf etmemin zamanı geldi: çok boktan bir adama dönüştün."
François Truffaut, Jean-Luc Godard'a yazdığı son mektuplardan birinden.
Geleneksel hikaye anlatım tarzını reddeden bu filmlerin tazeliği, ardından gelecek bir dizi sinema akımına ve yönetmene de ilham verdi. 70'lerde ekibin başarısından etkilenen ve özgür filmler çekmek isteyen birkaç yönetmenin dağınıkça hayata geçirdiği "Yeni Hollywood" filmleri, bizlere Martin Scorsese, Francis Ford Coppola, Robert Altman, Steven Spielberg ve George Lucas gibi yönetmenleri armağan etti. Ardından doksanlı yıllarda gelen Amerikan bağımsız sineması Fransız Yeni Dalga'sının "bir kamera al ve film çek" anlayışını tekrarladı, Quentin Tarantino, Steven Soderberg ve Wes Anderson'ı ortaya çıkardı. Scorsese, "Fransız Yeni Dalgası, filmlerini izleyen veya izlemeyen her yönetmene ilham verdi. Sinema üzerinde çok büyük bir etki bıraktı" diyecekti. Kurgu numaraları ve karakterleriyle akıma çok şey borçlu isimlerden Tarantino, "bir filmin nasıl yapılacağını anlatan tüm kitapları değersiz kıldılar" diyerek hayranlığını gösterecekti. Yeni Dalga, yönetmenlerinin farklı tarzlara yönelmesiyle azalarak bitti. Sunduğu yenilikleri ise bugün sinemada izleyeceğiniz herhangi bir filmde bile kolaylıkla görebilmek mümkündür.
[caption id="" align="aligncenter" width="605"] Jean-Luc Godard, 2016.[/caption]
Yorum Bırakın