Fransız yönetmenlerden bahsederken akla gelen ilk isimlerden olmasa da, özellikle yaptığı orijinal gangster filmleriyle arkasında devasa bir miras bırakan Jean-Pierre Melville, ilk filmini çektiği 1949'dan '73 yılındaki erken ölümüne (55 yaşında) kadar çok sayıda başyapıta imza atar. Soyadını meşhur Amerikalı yazar Herman Melville'den alan, filmlerini de Amerikan sinemasının meşhur örnekleri etrafında şekillendiren yönetmen, o sinemanın eğlence odaklı filmlerini Avrupa'ya has, minimalist ve 'havalı' bir dokunuşla birleştirir ve ortaya benzersiz filmler çıkarır. Onlarca sinemacıyı etkilemiş yönetmenin birçok hayranını barındıran 'Fransız Yeni Dalgası', Melvile'in gerçek mekanlarda çekim taktiklerini ve Amerikan sinemasına bakış açısını referans alır. Hatta akımın en meşhur filmi "
Breathless"ta, muhabir Jean Seberg'in soru sorduğu meşhur yazar rolünde de kendisini görürüz. Yönetmenin en dikkat çeken filmlerine bir bakalım dedik.
Bob Le Flambeur (1956)
Melville'in adını duyurmasını sağlayan meşhur savaş filmi "Le Silence de la Mer"in (Denizin Sessizliği, 1949) ardından çektiği "Bob Le Flambeur" (Kumarbaz Bob), yönetmenin sonraki yıllarda çok sayıda başyapıt armağan edeceği suç filmleri türünde ilk çalışması. Fakirleşmiş eski bir gangster olan Bob'un, 'son bir vurgun' amacıyla dahil olduğu bir kumarhane soygunu planını anlatan film, Tarantino, Paul Thomas Anderson, Luc Besson ve Jim Jarmusch gibi yönetmenleri epey etkiler; hatta aynı yıl aynı türe başka bir başyapıt armağan etmiş ("The Killing") Stanley Kubrick, filmi kendi türünde kusursuz bulduğu için bir daha suç filmi çekmeyeceğini belirtir. Naçizane fikrimiz Melville'in sonraki senelerde çok daha iyi işler yaptığı yönünde olsa da, Clint Eastwood tarzı ana karakteri, havalı kostümleri ve bu tarz filmlerden beklenmeyecek kadar derin karakter incelemesiyle Bob Le Flambeur, Fransız sinemasını takip edenlerin kaçırmaması gereken filmlerden biri. Film, vizyona girdiği dönemde Cahiers du Cinema dergisinde yazmakta olan bir grup genç sinemacının (Jean Luc-Godard, Claude Chabrol gibi) oluşturacağı Yeni Dalga akımının da ilham kaynakları arasında.
Le Samourai (1967)
Melville, "Bob Le Flambeur"dan sonra dikkat çekici filmler çekmeye devam eder; (66 tarihli "
Le Deuixeme Souffle"/"İkinci Nefes", ilham verici ve önemli bir diğer gangster filmidir) fakat birçok sinemasever, yönetmenin zirve noktasını 1967'den 73'teki erken ölümüne kadarki son dört filmi olarak kabul eder. Bu dörtlünün ilki ve en meşhuru, "Le Samourai", Alain Delon'un ekrandan taşan karizmasıyla canlandırdığı tetikçi Jef Costello'nun yolunda gitmeyen ilk 'iş'ini anlatır. Ketum ve ölümü göze almış ana karakterinden mekan kullanımına kadar Amerikan gangster filmlerinin havalı bir antitezi sayılabilecek film, bugüne dek onlarca ünlü yönetmene ilham vermiştir (Scorsese'den Coen'lere çok kabarık bir listeden bahsediyoruz). "
Hard Boiled" ile ünlenen Çinli yönetmen John Woo, filmle ilgili "
Bir kuşak izleyiciyi tamamen değiştirdi. Bu filmden önce, Hong Konglu genç seyirciler Elvis Presley ve Cliff Richard dışında oyuncu tanımıyorlardı. Le Samourai öyle büyük bir etki yarattı ki, bu kuşağın yaşam şekli filme göre şekillendi. Ben de izlemeden önce bir hippie idim, uzun saçlarım vardı... Filmi gördükten sonra, saçımı Delon gibi kestirmeye ve beyaz takım elbise üzerine siyah kravat takmaya başladım" der. Bizce de sinema tarihinin en cool filmlerinden biri olan "Le Samourai", şiddetle tavsiye edilir.
L'armee des Ombres (1969)
Melville, Le Samourai'nin başarısının ardından Nazi dönemi Fransa'sında geçen politik bir gerilime imza atar. "L'armee des Ombres" (Gölgeler Ordusu), Gündüz Güzeli'ni de yazmış Joseph Kessel'in romanından uyarlanmıştır. Fransa'da rejime karşı direnen bir grubun hikayesini anlatan filmi için Melville, "
Fransız direnişiyle alakalı bir film yapmayı düşünmüyordum, ve filme Alman işgali haricinde gerçekçi hiçbir şey koymadım" der. Karizmatik karakterlerden gerilimi tırmandıran sessizliğe kadar, yönetmenin çoğu alametifarikası burada da kendine yer bulur. Ağır konusuna rağmen akıcı ve heyecan verici olmayı başaran "Gölgeler Ordusu", öncülü "Le Samourai"nin gölgesinde kalsa da, bizce 2. Dünya Savaşı'nı anlatan en iyi filmler arasındadır.
Le Cercle Rouge (1970)
"Bob Le Flambeur"da soygun üzerine bir film yapıp soygunun yarattığı gerilim yerine karakterlere ağırlık vermeyi tercih eden Melville, türün klasikleşmiş bir örneğini Le Cercle Rouge'da (Kırmızı Daire) verir. Hapisten çıkan profesyonel bir hırsız (Alain Delon), eski bir polis ve bir hapishane kaçkını ile riskli bir soygun planını hayata geçirmeye çalışır. Melville'i özel kılan her şeyi bünyesinde barındıran bu klas film, Jules Dassin'in klasik filmi Rififi'yi andıran sessiz soygun sahnesi ve akıcılığıyla dikkat çeker. Erkeklerin kendi aralarındaki iletişimine filmlerinde sıkça yer veren yönetmenin sinema sevgisini ve kabiliyetini başarıyla hissettiren filmin bir yerinde polis şefi, "
Her erkek suçludur" der. "
Hepsi masum doğar, ancak bu durum uzun sürmez". Melville'in günahkar (ve cool) erkek karakterlerinden en başarılıları da bu filmdeyer alır
Un Flic (1972)
Küçük bir kasabada yapılan bir soygunda, soyguncu çetenin üyelerinden biri yaralanır ancak kaçmayı başarır. Komiser Coleman da (Alain Delon), daha büyük vurgunlar yapmaya hazırlanan bu çetenin üyelerinin peşine düşer. Melville'in son filmi "Un Flic" (Polis), yönetmenin neredeyse her filminden küçük izler taşır. Yönetmenle üçüncü kez çalışan Alain Delon'un ilk kez bir kanun adamını canlandırdığı film, sessiz soygun sahnelerinden şehir manzaralarına, havalı karakterlerinden mekan kullanımlarına kadar, "Le Cercle Rouge" ile "Le Samourai"ın küçük bir çocuğu gibidir. Delon'un haricinde güzelliğinin zirvesindeki Catherine Deneuve'ün ve Richard Crenna'nın rol aldığı film, yönetmenin en iyisi olmasa da, son eseri olduğu için ayrı bir parantezi hak eder.
Yorum Bırakın