Bilinci olan bir varlık olarak insan, en azından bildiğimiz kadarıyla, diğer canlılardan farklı olarak can sıkıntısıyla boğuşuyor zaman zaman. Keyifsizlik, boş kalmışlık, hatta bazen bir kayıtsızlık hâli belki... Can sıkıntısı için herhalde yalnız kalmak gerekir. İlla somut olarak tek kalmak değil, başkalarının yanında, hatta başkalarıyla bir şeyler yaparken de yalnız kalabilir insan. Kalabalıklar içinde tek olma meselesi... Bu yalnız kalmanın ardından da beliren boş kalma, anlamsızlık içine düşme hissi... Yalnız bu sıkıntı; tembellikten, ataletten değil, bir anlam atfedememekten kaynaklı, dolayısıyla bir çaresizlik var içerisinde. Neye anlam atfedememek? Yapabileceği, meşgul olabileceği şeylere ya da en azından o anda, hayatın bizzat kendisine...
İnsan, anlam arayışında, zaman zaman bir karşılık, bir muhatap bulma konusunda problemler yaşıyor. O problemlerin en rutin tezahürlerinden biri sıkılmak. Bu durum oluşunca arkasından "Ne bulabilirim ki yapmaya değer olsun?" sorusu gelir genellikle, total bir anlam kaybı yoksa tabii. İşte o anlarda bir şey bulma çabası tarih boyunca her türden insanın derdi miydi? Muhtemelen hayır...
Moderniteden önce boş zamanları geçirmek için ancak soyluların ve din görevlilerinin vakti vardı. Sıradan insanlar, halk, vaktini tarlada ya da her neyle uğraşıyorsa o işini yaparak geçiriyordu. Bahsettiğimiz diğer şanslı sınıflar ise, işlerinden arta kalan zamanı bir şekilde değerlendirmek durumundaydı. Soylular ava çıkardı, soytarılar edinirdi. Orkestralar, tiyatrolar kurarlardı. Din görevlilerine hizmet eden sanat faaliyetleri de kurulurdu elbet. Uzun zamanlar böyle gitti bu iş. Ta ki "modern" dünya teşekkül etmeye başlayana kadar... Buradan itibaren insanlığın hemen hemen ortak bir problemi oluverdi sıklıkla ortaya çıkan sıkıntı halleri.
Bir şekilde bu hâl var oldu, diyelim. Gidermek için ne yapılabilir, nasıl alternatiflerimiz var? Önümüzdeki çözümlerden biri hedonist zevklere dalmak. Fiziksel ya da zihinsel birtakım hazlarla bastırmak bu duyguyu... Kapitalizm bunu, sıkıldıkça tüketmek üzerine kurulu bir yapıyla sağlamaya başladı. İnsanlığın hatırı sayılır bir oranı, bir hedonist bağımlıya dönüşmeye başladı. Bir diğer alternatif çözümümüz ise yine hayatın bizzat kendisine bir anlam katmak... Anlamını bulduğumuz hayatta o anlam çerçevesinde yaşayarak, belki üreterek yaşamayı sürdürmek...
İnsan, anlam arayışında, zaman zaman bir karşılık, bir muhatap bulma konusunda problemler yaşıyor. O problemlerin en rutin tezahürlerinden biri sıkılmak. Bu durum oluşunca arkasından "Ne bulabilirim ki yapmaya değer olsun?" sorusu gelir genellikle, total bir anlam kaybı yoksa tabii. İşte o anlarda bir şey bulma çabası tarih boyunca her türden insanın derdi miydi? Muhtemelen hayır...
Moderniteden önce boş zamanları geçirmek için ancak soyluların ve din görevlilerinin vakti vardı. Sıradan insanlar, halk, vaktini tarlada ya da her neyle uğraşıyorsa o işini yaparak geçiriyordu. Bahsettiğimiz diğer şanslı sınıflar ise, işlerinden arta kalan zamanı bir şekilde değerlendirmek durumundaydı. Soylular ava çıkardı, soytarılar edinirdi. Orkestralar, tiyatrolar kurarlardı. Din görevlilerine hizmet eden sanat faaliyetleri de kurulurdu elbet. Uzun zamanlar böyle gitti bu iş. Ta ki "modern" dünya teşekkül etmeye başlayana kadar... Buradan itibaren insanlığın hemen hemen ortak bir problemi oluverdi sıklıkla ortaya çıkan sıkıntı halleri.
Bir şekilde bu hâl var oldu, diyelim. Gidermek için ne yapılabilir, nasıl alternatiflerimiz var? Önümüzdeki çözümlerden biri hedonist zevklere dalmak. Fiziksel ya da zihinsel birtakım hazlarla bastırmak bu duyguyu... Kapitalizm bunu, sıkıldıkça tüketmek üzerine kurulu bir yapıyla sağlamaya başladı. İnsanlığın hatırı sayılır bir oranı, bir hedonist bağımlıya dönüşmeye başladı. Bir diğer alternatif çözümümüz ise yine hayatın bizzat kendisine bir anlam katmak... Anlamını bulduğumuz hayatta o anlam çerçevesinde yaşayarak, belki üreterek yaşamayı sürdürmek...
Nietzsche sıklıkla yeni değerler üretmemiz gerektiğini söylüyordu. Üst insana geçişin anahtarı da buydu büyük ölçüde. Bunun da kalıcı olmayacağını, başa dönüp devam edeceğimizi de "bengi dönüş"le anlatıyordu. Yani sıkılmak belki normal, ama yakışacak olanı, bunu aşacak bir hüviyete bürümek kendimizi... Béla Tarr'ın "Torino Atı"nı izlediğimde beni " 'modern' ya da 'postmodern' kafamla" düşüncelere gark eden şey sıkıntıydı. Bu bengi dönüş denen şeyi o şekilde anlatırken oradaki karakterlerin sıkıntı hâlini yansıtmadan vermek büyük meziyet diye düşünmüştüm. Acaba Schopenhauer izlese ne derdi? Kendi pesimist fikirlerinin yanına Tarr'ı da alıp "İşte, gördünüz mü?" der miydi bize? Ben, pesimistliği en fazla Kierkegaard seviyesinde tutma taraftarıyım, hayatı kabullenip devam edeceksek eğer, buralardan, bu sıkıntı hallerinden de birer anlam, yenilik devşirme gerekliliğinin iddiacısıyım.
Yorum Bırakın