Savaşın Edebiyata Yansımaları-1-

Savaşın Edebiyata Yansımaları-1-
  • 4
    0
    1
    0
  •  

    “Kainat, atomlardan değil, hikâyelerden meydana gelmiştir.” diyor Muriel Rukeyser. Milyonlarca insan, milyonlarca hikâye. Bütün bu hikâyelerin toplamı da bir dünya yapıyor. Hatta bir dünyadan daha fazlası. İçinde yaşadığımız dünyaya dair, insanlara, hayvanlara bütün varlıklara dair ne varsa bu hikâyelerden öğreniyoruz. Her biri farklı her biri kendine özel bu hikâyeler, her hikâyenin kendi içinde değişmesiyle birlikte aklımıza gelip gelemeyecek her konuyu içerebiliyor. Kimilerinin hikâyesinde hastalığı, yoksulluğu, aşkı, ayrılığı okurken kimilerinin hikâyesinde de savaşı, ölümü, acıyı, gözyaşını, yaşam mücadelesini okuyabiliyoruz. Hepsi bu dünyaya dair, insanlara dair ve hepsi iç içe. Her hikâyenin öne çıkan bir konusu olsa da yalnız o konuyu değil, daha fazlasını okuyoruz her zaman. Savaşı okuduğumuz yerde barışı, ayrılığı okuduğumuz yerde kavuşmayı, sevinci okuduğumuz yerde hüznü, ölümü okuduğumuz yerde doğumu okuyoruz mesela. Ve dahası, bu konuların insanların ilişkilerini nasıl etkilediğini, bütün davranışlarına nasıl yön verdiğini, kısacası, yaşamlarına nasıl yansıdığını da okumuş oluyoruz.

     

    Kainatı meydana getiren bütün bu hikâyelerin biricik yuvası ise edebiyat. Bu yuvanın çatısının altında aradığımız konuya dair denemeden şiire, şiirden romana her türde kitap bulabiliriz. Savaşı ve savaşın insanlara, yaşama etkilerini anlatan hikâyeler bulmak için geldiğim bu adreste; kapıyı çaldım, içeri girdim ve işte karşılaştığım o hikâyeler...

     

     

    Kapıların Dışında/ Wolfgang Borchert

     

     
    Savaş edebiyatı denilince aklıma ilk Kapıların Dışında gelir. Hatta biri benden kitap önerisi istediğinde de aklıma ilk gelen kitaplardan biridir bu kitap. Zaten, unutmak ne mümkün! Beckmann'ı, yaşadıklarını, acısını, öfkesini, feryadını, yorgunluğunu. Birkaç yıl önce okumuş olsam da hâlâ aklımdadır o satırlar. O yüzden şimdi olduğu gibi yıllar geçse de üzerine konuşmak zor olmayacak benim için. Hiçbir zaman unutmayacağım çünkü. Yazarı da, Beckmann'ı da.

     
    Sözünü ettiğim Beckmann, savaşta cepheye gönderilmiş ve herkesin gidipte dönemediği, daha gitmeden ölümüne gittiğini bildiği "Ölüler Diyarı"ndan savaşın sonunda geri dönmüş, cephede üç yıl geçiren bir asker. Ah! o gözler neler gördü, neler yaşadı o üç yılda...
     
     Bir önceki içeriğimde paylaştığım Wolfgang Borchert'in savaş karşıtı o muhteşem manifestosu olan Hayır De!  adlı kitabında Borchert'in tanımladığı bir "son insan" kavramı var. Bu kitaptaki Beckmann'ı tanımladığını düşündüğüm o "son insan", kitabı çeviren Celal Üster'e göre de Beckmann'ın kendisiydi. Ben de Celal Üster'in bu görüşlerini okuduktan sonra farkettim bunu. Kitabın ön sözünde aynen şu ifadeleri kullanmıştı Celal Üster: "Borchert'in manifestosundaki "son insan" , ışıldayan güneşin ve yanıp sönen takımyıldızların altında bir başına dolanıp duran, çılgına dönmüş "son insan", Kapıların Dışında'nın Beckmann'ında cisme bürünmüştü belki de..."

     

    Ben yazarın bu muhteşem manifestosunu Kapıların Dışında'yı okuduktan çok sonra okudum ve manifestoda geçen "son insan" ile ifade edilen cümleleri -tam haliyle- okuyunca Celal Üster ile aynı görüşleri paylaşır oldum. Borchert bu ifadeleri Beckmann için söylemişti kesinlikle. Benim okuduğum Beckmann tam da o ifadelerdeki gibiydi çünkü.

     

     

    Gelgelelim, Beckmann geri dönsede bu tamamen bir geri dönüş olmadı. Gördüğü vahşet sahneleri her zaman onunlaydı. Beckmann hâlâ cephedeydi. Açlıktan, soğuktan ölen, vücudu parçalanan ölülerin arasındaydı. Dahası, acısına acı katan; savaştan döndüğünde ne evinin ne ailesinin kalmış olmasıydı. Kapıların tek tek yüzüne kapanmış olmasıydı. "Kapıların Dışında" kalmış olmasıydı. Onun için "içeri" yoktu artık. "Dışarı" vardı. Soğuk, tehlikeli, sert olan dışarı. Onunsa bir umut kapıları çalıp aradığı; içeriydi. Sıcak, güvenli, yumuşak, bir içeri.

     

    Yazarın tek oyunu olan, ölümünden bir gün sonra sahnelenen bu oyunu, yazarın bizzat kendisi, "Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği bir oyun" olarak nitelendiriyor. Çünkü hiç kimsenin görmek istemeyeceği şeyleri görmüştü Borchert. Yani Kapıların Dışında'daki bütün o vahşeti gören gözler yazarın kendisiydi. Cephede üç yıl geçiren, savaş karşıtı tutumu sebebiyle, Nazizm'e karşı güçlü duruşu sebebiyle hapiste günler geçiren gözlerdi bu gözler. Kitabın böylesine etkili, böylesine sarsıcı ve böylesine yoğun duygular barındırmasının altında yatan da buydu. Yazarın kendisi tüm bunları yaşamasaydı, o acıları görmeseydi, o acıları içinde bu kadar derinden yaşamasaydı böylesine etkili bir şekilde aktarabilir miydi satırlarına? 

     

    Bu yüzdendir ki Borchert'in kaleminden çıkan bu etkileyici satırları okurken; acısını, üzüntüsünü, yorgunluğunu, dışlanmışlığını hissetmemek kaçınılmazdı benim için. Bu kadar etkilenmek ve hiçbir zaman unutmayacağım bir eser olmasıda öyle.

     

     


    Nagasaki'nin Çanları/ Takaşi Nagai

     

    Dünyada bir cehennem. Somut ve soyut anlamıyla gerçek bir cehennem bu. Hem içleri yakan hem derileri yakan. O tarihi kıyımdan bahsediyorum. İkinci dünya savaşının yaşandığı sıralarda Amerika’nın, Japonya'nın Hiroşima ve Nagasaki bölgelerine atom bombası atmasıyla gerçekleşen o tarihi kıyım. 

     

    Kitabın yazarı da o gün yaşanılanlara ilk elden tanıklık eden radyoloji uzmanı bir doktor. O gün olanları, gördüklerini ve yaşadıklarını kaleme almış bu eserinde. Yazdıkları ise cehennem tasvirlerinden farksız, kan donduran şeyler; kanlar içindeki insanların vücudundan dökülen etler, derileri yanan, parçalanan, her yerde acı içinde kıvranan, çığlık çığlığa insanlar... Her biri çok çaresiz, acı içinde yardım bekleyen insanlara yardım edecek olanlar da; daha patlamanın şokunu bile atlatamadan, sevdiklerinin nasıl olduğunu bilemeden yollara düşen doktor Takaşi ve üniversiteden birkaç kişi. 

     

    Doktor Takaşi ve ekibi ellerindeki kısıtlı ekipmanla yollara düşüp, yardım bekleyen herkese yardım için durdurak bilmeden oradan oraya koşuştururken Doktor Takaşi de fırsat bulduğunda patlamanın insanlar üzerindeki ve şehrindeki yıkıcı etkilerini not ediyor bir yandan. Takaşi'nin anlattığı bu vahşete dair her şey çok ağır, tam anlamıyla cehennem sahnelerinden birer sahne gibi. 

     

     

    Bu vahşet öyle bir vahşet ki, canını aldıkları yetmiyormuş gibi geride kalanları da canını almaktan beter edercesine diri diri toprağa gömüyor adeta. Patlamanın yüzünden binlerce insan ışınım ve radyosyonun etkileriyle, vücutlarında kalan ağır hasarlarla, kalıcı hastalıklarla yaşamaya mecbur kalıyor. Radyasyon ve ışınımın etkisiyle acılar içinde ölen insanlardan bahsetmiyorum bile.

     

    Üstelik tüm bu insanlar, yitip giden binlerce hayat, bir misilleme uğruna yitip gitti. Japonya'nın ABD'ye yaptığı Pearl Harbour Baskını'nın ardından, ABD'nin misillemesiydi atom bombası. Yani  "intikam" içindi her şey. İntikam için iki ülke arasındaki gerilimin, öfkenin, güç gösterisinin bedelini binlerce masum insan ödedi. Bu cümleleri hiç kurmamayı isterdim.

     

    Japonya'nın yıllar öncesinde halkını düşünmeden hareket ederek yaptığı saldırı ve sonrasında yaşanılanlar bugün halen devam eden Filistin Soykırımı ile benzer bana göre. Filistin'i temsil eden Hamas'ın, İsrail'e saldırısının sonucunda İsrail'in vahşice sivil halkı katletmesi gibi. Yine bir misillemenin, intikamın bir sonucunda sivil halka kesilen bir fatura var burada ne yazık ki. Bu söylemlerim Hamas saldırmasaydı/ Japonya saldırmasaydı; İsrail/ ABD saldırmazdı anlamında değil. ABD de İsrail de  gözlerini kan bürüyen vahşi birer devlet. İsrail onlara herhangi bir saldırı olmadan da Filistin'de her gün onlarca insanı öldürüyor nitekim. Burada söylemek istediğim 7 Ekim'de yaşanılan olaylar özelinde ve halkını düşünmeden hareket eden liderlere yönelik.

     

    Son olarak, kitaba dönecek olursak; savaşın dehşetine dair, o gün Nagasaki'de olanlara dair kitapta daha fazlasını bulabilir ve geride kalanların hiç kolay olmayan yaşam mücadelelerini okuyabilirsiniz.

     

     

     

    Büyük Defter- Kanıt- Üçüncü Yalan/ Agota Kristof

     
     
    Savaş edebiyatına dair okuduğum en ağır romanlardan biri Agota Kristof'un bu üçlemesi. Bunu yazarın kullandığı dil ve üslubu açısından söylemiyorum. Aksine, romanda kullanılan dil oldukça yalın ve anlaşılır. Öyle ki, özellikle romanın ilk kısmında, Büyük Defter bölümünün ilk sayfaları günlük tadındaydı diyebilirim. Ağır olan şey ise, romanı onların ağzından okuduğumuz ikizlerin yaşadıkları. 'Yaşadıkları' ifadesinin içinde okuduğum şeyler kanımı dondurdu tek kelimeyle; Savaş, yokluk, dayak, hakaret, tecavüz, pedofili...
     
    Yazımın giriş kısmında kitaplara dair sadece içerdiği konuyu değil, hep daha fazlasını okuduğumuzu söylemiştim. Yazarın bu kitabında da aynen söylediğim gibi savaşın insanlara ve yaşamlarına olan etkinin yanında, aile bağlarının hayatımızda ne kadar büyük bir etkiye sahip olduğunu okurken, daha dört yaşında savaş sebebiyle anneannelerinin yanına bırakılan ikizlerin terk edilme kaygılarını ve çektikleri acıları  okuyoruz. Anneannelerinde kaldıkları bu yeni yaşamda dışarıdan her şey normalmiş gibi, sanki hiç acı çekmiyorlarmış gibi görünse de, yaptıkları "alıştırmalar", tüm ilişkilerine yansıyan sevgi ve şefkat ihtiyacı, savaşın getirdiği sürekli yer değiştirme ve göç halinde olmanın etkisiyle kendini bir yere ait hissedememe durumları ve depresyon, acı çektiklerinin bariz bir göstergesiydi aslında.
     
     
    İkizlerin dört yaşından ellili yaşlarına kadar okuduğumuz bu hikâyede, savaş sebebiyle anneannelerinin yanına bırakılmalarıyla yaşadıkları bu yerde gelişen hikâyelerinin dışında başka bir hikâye yaşamış olma ihtimalleri de var. O yüzden kitapla ilgili söylediğim şeyleri bir kenarda tutmanızı istiyorum, çünkü kitabın diğer bölümlerinde başka ihtimallerle karşılıyor bizi Kristof. Muhatap olacağımız ihtimallerse şu şekilde: İkizler gerçekten var mıydı, yoksa çocuklardan birinin yaşadığı ağır psikolojik durumdan mı üretilmişti? İkizler anneannelerine mi bırakıldılar yoksa savaş zamanı birçok çocuğa bakan yaşlı bir kadına mı? İkizleri ayıran savaş mıydı, yoksa bir aile trajedisi mi?... Hangisi ikizlerin gerçek hikâyesi? İşte tüm bunları, yani gerçek ve kurguyu ustalıkla harmanlamış Kristof. 
     
     
     
     
    İkizlerin hikâyelerinde onlar için bir anlamda hayata tutunma ve acılarını ifade etmenin bir yolu olan çok önemli bir şey var; o da yazmak. İkisi de okumayı ve yazmayı çok seviyorlar, hiç okula gitmeden kendi çabaları ve ellerinde bulunan birkaç kitapla öğreniyorlar okumayı ve yazmayı. Sonrasında ise ne olursa yazıyorlar defterlerine.
     
    Yazarın tüm kitaplarında yazmaya ne kadar önem atfettiğini görebilirsiniz. Her bir kitabında yazmaya dair güçlü cümleleri yer alır Kristof'un. İkizlerin hikâyesinde olduğu gibi yazarın hayatında da büyük bir öneme sahip çünkü yazmak. 
     
    Kitapta, savaşın sadece insanları değil de, yaşamı, doğayı, canlı cansız ne varsa her şeyi nasıl etkilediğini okumak da mümkün. Sokağa çıkma yasağı, ekmek ve yemek karneleri, önünde kuyruklar oluşan, saatlerce sıra beklenilen fırınlar bunlardan birkaçı. Ama içlerinde çok üzüldüğüm bir şey de var ki, savaşın zalimliğinden kurtaramamış yakasını. Evet, kitaplardan bahsediyorum. Yakılan, yasaklanan, imha edilen binlerce kitap... 'Onların' ifadesiyle "sakıncalı" binlerce kitap...
     
     Kendisi Macaristan'da doğan bir yazar olan Kristof'un bu üçlemesi çok ses getirdi. Kitaptan rahatsız olanlar da vardı, sevenler de. Bana kalırsa  kitabın böylesine etkili olmasında, yazarın tüm şeffaflığıyla savaşın yıkımını anlatması önemli bir unsur. Savaşın etkilediği insan ilişkilerini rahatsız olabileceğimiz yanıyla, olanca ağırlığıyla ortaya koyması da öyle. İnsanların neden rahatsız olduğunu anlıyorum, yaşanılan şeyler ve bunların etkileri gerçekten çok ağır çünkü. Ama savaşın kendisi de böyle bir şey değil mi? Ağır, zor, acımasız, zalim, istismar eden bir şey.
     
     Hele birde bu yaşanılanlar ''acıları hiç görünmeyen'' çocukların gözünden anlatılıyorsa, savaşı tanımladığım her şey, düşünebileceğimizden çok daha fazlasıyla yer alıyor onların hayatlarında ne yazık ki. Savaş'ta bir askerin öldürülmesiyle aynı, fiziksel ölümün yanında ruhsal olarakta öldürülen, hayatlarıyla ilgili söz hakları, iradeleri ellerinden alınmış, anne babasının insafına kalan, yetimhanelerde oradan oraya sürüklenip, yine kendilerine hiç sorulmadan başka ailelere "verilen", istismar edilen çocuklar bu çocuklar. Üstelik bu durum sadece savaş için geçerli değil. Savaşın olmadığı yerde yaşadığımız günlük hayatta da "acıları görünmeyen" binlerce çocuk var. 
    :(
     
    "Çünkü bu dünyadaki en görünmez acılar, bir çocuğun çektiği acılardır." der Nihan Kaya. Her ne sebepten olursa olsun acı çektiği görülmeyen, acılarına kucak açılmayan her çocuğa sarılıyorum.💜
     
     
     
    Mecburiyet/ Stefan Zweig
     

     

    Mecburiyet. Bu kelime çok ağır değil mi? İnsanın iradesini etkisiz bırakan, sanki bütün yollar tükenmişçesine çaresiz ve ümitsiz hissettiren bir etkisi olduğunu düşünüyorum bu kelimenin. Kelimenin sözlük anlamı ise (zorunlu olma durumu, zorunluluk.) düşüncelerimi destekler nitelikte. Nitekim, zorunda olduğumuz bir şey için hür irademizle, kendi isteğimizle karar vermek söz konusu olabilir mi? Zweig’ın bu eseri de tam da ismini koyduğu gibi, böyle bir mecburiyetle karşı karşıya kalmanın ağırlığını yaşayan bir insanın, cepheye çağırılan bir askerin çıkmazını konu ediniyor.

     

    Kitabın başkahramanı Ferdinand’ın hikâyesi; bir mecburiyetin, bir çaresizliğin de hikâyesi olabilir, ortaya bir irade koymanın, özgürlüğüne sıkı sıkı tutunmanın hikâyesi de. Ferdinand hangisi? Ferdinand bunlardan kim?

     

    Onu cepheye çağıran o mektubu okuduğu ilk andan beri yana yakıla bu soruların cevabını arıyor Ferdinand. Sürekli bir telaş halinde. Hatta bir panik halinde. Bir şeyler yapıyor, bir şeyler deniyor, birileriyle görüşüyor, ne yapsa ne etse yerinde duramıyor. Korku desen, daha o mektup gelmeden önce yakasına yapışmış bile. Bir yanda onun özgür olduğunu, hiçbir şeye mecbur olmadığını, cepheye gitmek zorunda olmadığını bir saniye bile durmadan hatırlatan eşi; bir yanda "vatanseverlik" "kahramanlık" "şan" "şeref" sözleriyle süslenmiş "vatan borcu" . Ama hangi söz, hangi ünvan savaşın o kanlı yüzünü süsleyebilir ki! Daha o mektubu almadan Ferdinand'ın yakasına yapışan o korku; gidipte dönmeyecek olmanın, savaşın dehşetiyle yüz yüze gelmenin, kendi ölümüne gitmenin, bütün bu gerçeklerin farkında olmanın korkusu değil miydi?

     

      

    Savaş böyle hikâyelerle dolu ne yazık ki. Zorunda olanların hikâyeleriyle. Mecbur olanların hikâyeleriyle. İradesi elinden alınanların hikâyeleriyle. 

     

    Savaş böyle hikâyelerle dolu olsa da, Zweig'ın bu eserinde Ferdinand'ın eşi üzerinden; sanılanın aksine hiçbir şeye mecbur olmadığımızı, özgürlüğümüzün en temel hakkımız olduğunu, bunu kimselere vermeyecek güce ve iradeye sahip olduğumuzu vurguladığını düşünüyorum. Bu vurgunun çok önemli olduğunu da düşünüyorum, çünkü savaşa, öldürmeye, acıya, ayrılığa mecbur olduğunu düşünen milyonlarca insan gerçekten iradelerini hissedebilseydi, seçme ve seçmeme özgürlüklerine saygı duyulsaydı, seçimlerinin sonucunda bir yaptırıma maruz kalmasalardı bir şeyler daha farklı olurdu bence. 

     

    Zweig gibi, Borchert gibi, ve daha birçok yazarın, savaşa karşı bu güçlü duruşları saygıyla ayakta alkışlanacak bir durum. Çünkü yaptıkları hiç kolay bir şey değil. Kitaplarının yasaklanmasına, toplanıp yakılmasına rağmen, yine savaş karşıtı düşünceleri nedeniyle hapiste yatmalarına, kendi devletleri tarafından büyük bir haksızlığa uğramalarına rağmen, son nefeslerine kadar vazgeçmediler bu kötülüğü haykırmaktan.

     

    Saygıyla ve rahmetle. Sonsuz minnettarım.🙏🏻

     

     

     

    Başkalarının Acısına Bakmak/ Susan Sontag

     

    Kitaplar arasında en az okuduğum tür denemelerdir benim. Diğer türlere daha çok ilgili olduğumu söyleyebilirim. Yazarın bu kitabı da bir deneme. Savaş, fotoğraf ve savaş fotoğrafçılığı üzerine. Bunlar, yazarın kitabın genelinde ele aldığı konular olsa da hep söylediğim gibi daha fazlası var kitapta.

    Birçok konuda denemeler yazan Susan Sontag'ın bu kitabında ele aldığı konu, tarihin herhangi bir zamanında yaşanılan savaşlara dair görüntülerin eskiden fotoğraflar aracılığıyla ya da televizyon ekranlarından, günümüzde ise medya/sosyal medya aracılığı ile sunulan sayısız görüntü ve fotoğrafın işlevini, amacını anlayabilmemiz adına önemli bir bakış açısı sunuyor.
     
    Çekilen fotoğraflar, paylaşılan video görüntüleri savaşın neye benzediğini kavramamıza, başkalarının acılarına somut anlamda bakarken soyut olarak da  bakabilmemize ne ölçüde etki ediyor? Gerçekten karelerin ardındaki o acıları hissedebiliyor muyuz? Ya da, daha da önemlisi o acıları anlayabiliyor muyuz? Her gün ekranlarımızın gerisinden muhatap olduğumuz bu görüntüler ne amaçla kullanılıyor? Bizi tüm bu vahşete karşı duyarsızlaşmaya itecek bir amaca mı, yoksa savaşın kötülüğüne dair eylemsel bir harekette bulunmaya teşvik edecek bir amaca mı hizmet ediyor? bunları sorguluyor mesela Sontag.
     
    Yazarın savaşa, fotoğrafa ve savaş fotoğrafçılığına dair daha birçok konuyu irdelediği bu kitabında özellikle üzerinde durduğu bu noktayı, bizlerin de her gün Filistin'de yaşanılanlara dair karşılaştığımız bu görüntüler nedeniyle ve sosyal medyanın hayatımızda büyük bir yeri olmasından dolayı çok önemli buldum.
     

     
    Kitapta çok önemli olduğunu düşündüğüm bir diğer nokta da çekilen savaş fotoğraflarının ne kadar gerçeği yansıttığı idi. Bazı savaş fotoğrafçılarının o andaki görüntüyle fiili olarak oynadığını iddia eden çok çarpıcı örnekler bulunuyor kitapta. Bu da olana müdahale etmek demekle beraber gerçeği de tam olarak yansıtmamak demek aslına bakılırsa. Bu müdahalelerin kimi zaman fotoğrafçıların amacına kimi zaman da devletin amacına yönelik olduğunu da belirtiyor Susan Sontag. Verdiği örneklerle de gördüklerimizin birde görmediğimiz tarafı olduğunu, buzdağının birde görünmeyen kısmı olduğunu hatırlatıyor aynı zamanda.
     
    Savaşa dair çekilen ve kullanılan görüntülerin kullanılma biçimlerine de dikkat çekmek isterim bu kitap vesilesiyle. Savaşa dair birçok görüntü görüyoruz her gün. Bu görüntülerin çekilmesi ve kullanılması içinse bir fotoğrafçı olmaya gerek yok. Cep telefonlarımızdan bir tuşa dokunmakla bu görüntüleri kaydetmek ve yaymak mümkün. Bu görüntülerde öyle sıradan görüntüler değil. Türlü hallerde görüntüleri kaydediliyor insanların. Hatta ölü bedenleri bile açıkça paylaşılıyor her yerde. Benimse sorguladığım durum; insanların acı çektiği, hatta ölü bedenlerinin bile açıkça teşhir edildiği bu görüntülerin onlara karşı saygısızlık ve sınır ihlali olabileceği. O insanlar, -özellikle çocuklar çok fazla çekiliyor.- görüntülerinin böylesine paylaşılmasını ister miydi? Ve dahi çekilmesini de.
     
    Benim okuma deneyimim zorlu geçse de özellikle medyanın hayatımızda bu kadar etkili olması ve halihazırda her gün savaş görüntüleriyle muhatap olmamız açısından, kitabın üzerinde durduğu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum kesinlikle. Okuma deneyimimin zorlu geçmesinde kitabın deneme türünde olmasının yanı sıra; sık sık kullanılan arasözler, dipnotlar, yabancı kaynak isimleri de etkili oldu benim için. Yine de bu kitabı okumanın güzel olduğunu söyleyebilirim içtenlikle.
     
     
     
    Toprak Ana/ Cengiz Aytmatov

     

    İkinci dünya savaşının cephelerinden biri: Rusya

    O zamanlar Sovyet Rusya adı altında tabi. Kitabın konusunun geçtiği yer olan Kırgızistan ise, 1918 yılından 1991 yılına kadar Sovyet Rusya’nın on beş cumhuriyetinden biri olmuş. Yazarın doğduğu yer burası. Vatanı. Savaşın nice canları aldığı, nice gönülleri yaktığı vatanını Tolganay’ın hikâyesiyle bu kitapta anlatmış yazar. 

     

    Cepheye savaşmaya giden askerlerin hikâyesinden çok; geride kalanların yaşamını, acılarını, umutlarını, yaslarını kaleme almış Aytmatov. Kendisi de yaşadığı dönemde savaşın etkisiyle henüz on dört yaşındayken memurluk yapmaya başlayan yazar, insanların yaşadığı bu duygulara çok yakından tanık olan biriydi. Öyle ki, memurluk yaptığı o yıllarda ona cepheye gidenlerin ölüm haberini verme görevini vermişlerdi. Bu görevden dolayı bir lakabı bile vardı; kara kagaz. Yani, kara haber taşıyıcısı. Onun için işkence gibi olduğunu ifade ettiği bu görevinde gördükleri, birçok eserine kaynaklık etmiş aynı zamanda. Onlardan birinin de Toprak Ana olduğunu söyler Aytmatov. 

     

     Bu kitabıyla birlikte toprak ile uğraşmayı, toprağa bakmayı, onu ekip biçmeyi çok seven Tolganay’ın neşe dolu gençliğini, içleri ısıtan aşkını, yuvasını, çocuklarını okuduğumuz o ilk sayfalardan, savaşın hayatlarına girmesiyle geçirdikleri zorlu günleri, değişen hayatlarını ele almış Aytmatov. Bu zorlu günlerde köy halkının birbirlerine olan desteği ile, zor zamanlarımızda acılarımızı paylaşabileceğimiz birilerinin olmasının ne kadar kıymetli olduğunun da altını çizmiş ayrıca. Öyle ki, bu zorlu günlerde paylaşılan acılar ve gözyaşılar, köy halkının birbirlerine olan destekleri biraz olsun dayanma gücü veriyor onlara. Savaştan önce tarlada beraber çalışıp bir ekmeği beraber paylaştıkları günlerde nasılsa; savaşın hayatlarına girmesiyle beraber, sevinçlerini paylaştıkları gibi üzüntülerini de paylaşıyor köy halkı. 

     

    Tolganay ise acılarını sadece köy halkı ile paylaşmıyordu. Onun yüreğinin yanıpta acılarını anlatmaya geldiği bir diğer yer de; çok sevdiği, derinden bir bağ kurduğu, ekip biçtiği, gözü gibi baktığı toprağıydı. Toprak Ana diyordu ona Tolganay. Öylesine acı çekiyordu ki Tolganay, çocuklarını tek tek cepheye gönderirken, eşini cepheye gönderirken hissettiği acılar yüreğinden taşıp toprağa, Toprak Ana'ya akıyordu adeta. Savaş, sadece erkeklerin cephede çarpıştığı bir şey değildi çünkü. Geride kalan kadınların, çocukların zorlu yaşam mücadeleleri, çektikleri acılar da savaşın bir parçasıydı. Aytmatov da bunun altını kalın kalın çizmişti bu kitabında.

     

     
    Toprak Ana ve Tolganay'ın diyaloglarının bolca yer aldığı bu kitapta, yüreği yanan bu kadının sorduğu o sorulardan biriyle içim acıdı tam anlamıyla. Tüm bu vahşetin son bulmasını isteyen Tolganay'ın çaresizlikle dilinden dökülenler şunlardı: "Söyle bana Toprak Ana, gerçeği söyle: İnsanlar savaşmadan yaşayamaz mı?"
     
     
    Ekip biçilmek yerine uğruna acımasızca kanlar dökülen toprağın, Toprak Ana'nın cevabı ise çok manidar: "Çok güç bir soru sordun Tolganay. Nice nice milletler savaş sonunda yok olup gittiler, nice nice şehirler yanıp kül oldu ve toprak olarak üzerimde insan ayağının izini görmek için yüzyıllarca beklediğim çağlar oldu. İnsanlar ne zaman bir savaş başlatacak olsa, onlara şöyle diyordum: "Durun! Kan dökmeyin!". Şimdi de tekrar  ediyorum: "Ey dağların, denizlerin öbür tarafındaki insanlar, siz ki mavi göğün altında yaşıyorsunuz, savaş neyinize gerek? Ben toprağım, bana bakın! Ben herbiriniz için aynıyım ve siz de benim gözümde eşitsiniz. Benim için önemli olan sizin sözleriniz değildir. Ben sizin dostluğunuza muhtacım, çalışmanıza, beni işlemenize! Saban izine bir çekirdek, bir tohum tanesi atın, size yüz katını vereyim, küçük bir fidan dikin kocaman bir çınar vereyim! Evler kurun, temel olayım! Üreyin, çoğalın, hepinize güzel bir barınak olayım! Derinim, yükseğim, büyüğüm, ucum bucağımda yok... Hepinize yeterim ben..." Sen de bana insanlar savaşmadan yaşayamaz mı diyorsun Tolganay. Bu bana bağlı değil ki. Siz insanlara, niyetinize, irade ve bilgeliğine bağlı."


    Ben lise yıllarımda Beyaz Gemi ile Aytmatov okumaya başlasamda, bu kitabını okuduktan sonra neden yazarın bu etkileyici kaleminden bu kadar az okuduğuma üzüldüm. Ama bunu telafi etmek mümkün elbette. O yüzden daha çok Aytmatov kitapları okuyacağımın sözünü verdim bile kendime.

     

     

     

     

     


    Savaşa ve etkilerine dair daha birçok kitap var okuyabileceğimiz ve üzerine uzun uzun konuşabileceğimiz. Ben halihazırda bu kitapları okumaya devam ediyorum. İçeriğimin başlığından da anlayacağınız üzere bu, içeriğimin devamı olacağı anlamına geliyor. Bu başlık altında ikinci bir bölüm daha paylaşmak istiyorum profilimde. O zamana değin hoşçakalın, sevgiyle kalın✨

     

     

     


    Yorumlar (1)
    • Kainatı meydana getiren bütün bu hikâyelerin biricik yuvası ise edebiyat. Bu yuvanın çatısının altında aradığımız konuya dair denemeden şiire, şiirden romana her türde kitap bulabiliriz. Savaşı ve savaşın insanlara, yaşama etkilerini anlatan hikâyeler bulmak için geldiğim bu adreste; kapıyı çaldım, içeri girdim ve işte karşılaştığım o hikâyeler... Girişin mükemmelliği… Yazını bir kez daha okudum. Okuduğum kitapları senin yorumunla değerlendirmek çok güzeldi. Savaşın acımasız yönlerine değinen hisli bir yazı olmuş; hem de kitap önerileri var içerisinde. Her detayına bayıldım. Emeğine sağlık! ♥️

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.