“Kainat, atomlardan değil, hikâyelerden meydana gelmiştir.” diyor Muriel Rukeyser. Milyonlarca insan, milyonlarca hikâye. Bütün bu hikâyelerin toplamı da bir dünya yapıyor. Hatta bir dünyadan daha fazlası. İçinde yaşadığımız dünyaya dair, insanlara, hayvanlara bütün varlıklara dair ne varsa bu hikâyelerden öğreniyoruz. Her biri farklı her biri kendine özel bu hikâyeler, her hikâyenin kendi içinde değişmesiyle birlikte aklımıza gelip gelemeyecek her konuyu içerebiliyor. Kimilerinin hikâyesinde hastalığı, yoksulluğu, aşkı, ayrılığı okurken kimilerinin hikâyesinde de savaşı, ölümü, acıyı, gözyaşını, yaşam mücadelesini okuyabiliyoruz. Hepsi bu dünyaya dair, insanlara dair ve hepsi iç içe. Her hikâyenin öne çıkan bir konusu olsa da yalnız o konuyu değil, daha fazlasını okuyoruz her zaman. Savaşı okuduğumuz yerde barışı, ayrılığı okuduğumuz yerde kavuşmayı, sevinci okuduğumuz yerde hüznü, ölümü okuduğumuz yerde doğumu okuyoruz mesela. Ve dahası, bu konuların insanların ilişkilerini nasıl etkilediğini, bütün davranışlarına nasıl yön verdiğini, kısacası, yaşamlarına nasıl yansıdığını da okumuş oluyoruz.
Kainatı meydana getiren bütün bu hikâyelerin biricik yuvası ise edebiyat. Bu yuvanın çatısının altında aradığımız konuya dair denemeden şiire, şiirden romana her türde kitap bulabiliriz. Savaşı ve savaşın insanlara, yaşama etkilerini anlatan hikâyeler bulmak için geldiğim bu adreste; kapıyı çaldım, içeri girdim ve işte karşılaştığım o hikâyeler...
Kapıların Dışında/ Wolfgang Borchert
Savaş edebiyatı denilince aklıma ilk Kapıların Dışında gelir. Hatta biri benden kitap önerisi istediğinde de aklıma ilk gelen kitaplardan biridir bu kitap. Zaten, unutmak ne mümkün! Beckmann'ı, yaşadıklarını, acısını, öfkesini, feryadını, yorgunluğunu. Birkaç yıl önce okumuş olsam da hâlâ aklımdadır o satırlar. O yüzden şimdi olduğu gibi yıllar geçse de üzerine konuşmak zor olmayacak benim için. Hiçbir zaman unutmayacağım çünkü. Yazarı da, Beckmann'ı da.
Ben yazarın bu muhteşem manifestosunu Kapıların Dışında'yı okuduktan çok sonra okudum ve manifestoda geçen "son insan" ile ifade edilen cümleleri -tam haliyle- okuyunca Celal Üster ile aynı görüşleri paylaşır oldum. Borchert bu ifadeleri Beckmann için söylemişti kesinlikle. Benim okuduğum Beckmann tam da o ifadelerdeki gibiydi çünkü.
Gelgelelim, Beckmann geri dönsede bu tamamen bir geri dönüş olmadı. Gördüğü vahşet sahneleri her zaman onunlaydı. Beckmann hâlâ cephedeydi. Açlıktan, soğuktan ölen, vücudu parçalanan ölülerin arasındaydı. Dahası, acısına acı katan; savaştan döndüğünde ne evinin ne ailesinin kalmış olmasıydı. Kapıların tek tek yüzüne kapanmış olmasıydı. "Kapıların Dışında" kalmış olmasıydı. Onun için "içeri" yoktu artık. "Dışarı" vardı. Soğuk, tehlikeli, sert olan dışarı. Onunsa bir umut kapıları çalıp aradığı; içeriydi. Sıcak, güvenli, yumuşak, bir içeri.
Yazarın tek oyunu olan, ölümünden bir gün sonra sahnelenen bu oyunu, yazarın bizzat kendisi, "Hiçbir tiyatronun oynamak, hiçbir seyircinin görmek istemediği bir oyun" olarak nitelendiriyor. Çünkü hiç kimsenin görmek istemeyeceği şeyleri görmüştü Borchert. Yani Kapıların Dışında'daki bütün o vahşeti gören gözler yazarın kendisiydi. Cephede üç yıl geçiren, savaş karşıtı tutumu sebebiyle, Nazizm'e karşı güçlü duruşu sebebiyle hapiste günler geçiren gözlerdi bu gözler. Kitabın böylesine etkili, böylesine sarsıcı ve böylesine yoğun duygular barındırmasının altında yatan da buydu. Yazarın kendisi tüm bunları yaşamasaydı, o acıları görmeseydi, o acıları içinde bu kadar derinden yaşamasaydı böylesine etkili bir şekilde aktarabilir miydi satırlarına?
Bu yüzdendir ki Borchert'in kaleminden çıkan bu etkileyici satırları okurken; acısını, üzüntüsünü, yorgunluğunu, dışlanmışlığını hissetmemek kaçınılmazdı benim için. Bu kadar etkilenmek ve hiçbir zaman unutmayacağım bir eser olmasıda öyle.
Nagasaki'nin Çanları/ Takaşi Nagai
Kitabın yazarı da o gün yaşanılanlara ilk elden tanıklık eden radyoloji uzmanı bir doktor. O gün olanları, gördüklerini ve yaşadıklarını kaleme almış bu eserinde. Yazdıkları ise cehennem tasvirlerinden farksız, kan donduran şeyler; kanlar içindeki insanların vücudundan dökülen etler, derileri yanan, parçalanan, her yerde acı içinde kıvranan, çığlık çığlığa insanlar... Her biri çok çaresiz, acı içinde yardım bekleyen insanlara yardım edecek olanlar da; daha patlamanın şokunu bile atlatamadan, sevdiklerinin nasıl olduğunu bilemeden yollara düşen doktor Takaşi ve üniversiteden birkaç kişi.
Doktor Takaşi ve ekibi ellerindeki kısıtlı ekipmanla yollara düşüp, yardım bekleyen herkese yardım için durdurak bilmeden oradan oraya koşuştururken Doktor Takaşi de fırsat bulduğunda patlamanın insanlar üzerindeki ve şehrindeki yıkıcı etkilerini not ediyor bir yandan. Takaşi'nin anlattığı bu vahşete dair her şey çok ağır, tam anlamıyla cehennem sahnelerinden birer sahne gibi.
Bu vahşet öyle bir vahşet ki, canını aldıkları yetmiyormuş gibi geride kalanları da canını almaktan beter edercesine diri diri toprağa gömüyor adeta. Patlamanın yüzünden binlerce insan ışınım ve radyosyonun etkileriyle, vücutlarında kalan ağır hasarlarla, kalıcı hastalıklarla yaşamaya mecbur kalıyor. Radyasyon ve ışınımın etkisiyle acılar içinde ölen insanlardan bahsetmiyorum bile.
Üstelik tüm bu insanlar, yitip giden binlerce hayat, bir misilleme uğruna yitip gitti. Japonya'nın ABD'ye yaptığı Pearl Harbour Baskını'nın ardından, ABD'nin misillemesiydi atom bombası. Yani "intikam" içindi her şey. İntikam için iki ülke arasındaki gerilimin, öfkenin, güç gösterisinin bedelini binlerce masum insan ödedi. Bu cümleleri hiç kurmamayı isterdim.
Japonya'nın yıllar öncesinde halkını düşünmeden hareket ederek yaptığı saldırı ve sonrasında yaşanılanlar bugün halen devam eden Filistin Soykırımı ile benzer bana göre. Filistin'i temsil eden Hamas'ın, İsrail'e saldırısının sonucunda İsrail'in vahşice sivil halkı katletmesi gibi. Yine bir misillemenin, intikamın bir sonucunda sivil halka kesilen bir fatura var burada ne yazık ki. Bu söylemlerim Hamas saldırmasaydı/ Japonya saldırmasaydı; İsrail/ ABD saldırmazdı anlamında değil. ABD de İsrail de gözlerini kan bürüyen vahşi birer devlet. İsrail onlara herhangi bir saldırı olmadan da Filistin'de her gün onlarca insanı öldürüyor nitekim. Burada söylemek istediğim 7 Ekim'de yaşanılan olaylar özelinde ve halkını düşünmeden hareket eden liderlere yönelik.
Son olarak, kitaba dönecek olursak; savaşın dehşetine dair, o gün Nagasaki'de olanlara dair kitapta daha fazlasını bulabilir ve geride kalanların hiç kolay olmayan yaşam mücadelelerini okuyabilirsiniz.
Büyük Defter- Kanıt- Üçüncü Yalan/ Agota Kristof
Mecburiyet. Bu kelime çok ağır değil mi? İnsanın iradesini etkisiz bırakan, sanki bütün yollar tükenmişçesine çaresiz ve ümitsiz hissettiren bir etkisi olduğunu düşünüyorum bu kelimenin. Kelimenin sözlük anlamı ise (zorunlu olma durumu, zorunluluk.) düşüncelerimi destekler nitelikte. Nitekim, zorunda olduğumuz bir şey için hür irademizle, kendi isteğimizle karar vermek söz konusu olabilir mi? Zweig’ın bu eseri de tam da ismini koyduğu gibi, böyle bir mecburiyetle karşı karşıya kalmanın ağırlığını yaşayan bir insanın, cepheye çağırılan bir askerin çıkmazını konu ediniyor.
Kitabın başkahramanı Ferdinand’ın hikâyesi; bir mecburiyetin, bir çaresizliğin de hikâyesi olabilir, ortaya bir irade koymanın, özgürlüğüne sıkı sıkı tutunmanın hikâyesi de. Ferdinand hangisi? Ferdinand bunlardan kim?
Onu cepheye çağıran o mektubu okuduğu ilk andan beri yana yakıla bu soruların cevabını arıyor Ferdinand. Sürekli bir telaş halinde. Hatta bir panik halinde. Bir şeyler yapıyor, bir şeyler deniyor, birileriyle görüşüyor, ne yapsa ne etse yerinde duramıyor. Korku desen, daha o mektup gelmeden önce yakasına yapışmış bile. Bir yanda onun özgür olduğunu, hiçbir şeye mecbur olmadığını, cepheye gitmek zorunda olmadığını bir saniye bile durmadan hatırlatan eşi; bir yanda "vatanseverlik" "kahramanlık" "şan" "şeref" sözleriyle süslenmiş "vatan borcu" . Ama hangi söz, hangi ünvan savaşın o kanlı yüzünü süsleyebilir ki! Daha o mektubu almadan Ferdinand'ın yakasına yapışan o korku; gidipte dönmeyecek olmanın, savaşın dehşetiyle yüz yüze gelmenin, kendi ölümüne gitmenin, bütün bu gerçeklerin farkında olmanın korkusu değil miydi?
Savaş böyle hikâyelerle dolu ne yazık ki. Zorunda olanların hikâyeleriyle. Mecbur olanların hikâyeleriyle. İradesi elinden alınanların hikâyeleriyle.
Savaş böyle hikâyelerle dolu olsa da, Zweig'ın bu eserinde Ferdinand'ın eşi üzerinden; sanılanın aksine hiçbir şeye mecbur olmadığımızı, özgürlüğümüzün en temel hakkımız olduğunu, bunu kimselere vermeyecek güce ve iradeye sahip olduğumuzu vurguladığını düşünüyorum. Bu vurgunun çok önemli olduğunu da düşünüyorum, çünkü savaşa, öldürmeye, acıya, ayrılığa mecbur olduğunu düşünen milyonlarca insan gerçekten iradelerini hissedebilseydi, seçme ve seçmeme özgürlüklerine saygı duyulsaydı, seçimlerinin sonucunda bir yaptırıma maruz kalmasalardı bir şeyler daha farklı olurdu bence.
Zweig gibi, Borchert gibi, ve daha birçok yazarın, savaşa karşı bu güçlü duruşları saygıyla ayakta alkışlanacak bir durum. Çünkü yaptıkları hiç kolay bir şey değil. Kitaplarının yasaklanmasına, toplanıp yakılmasına rağmen, yine savaş karşıtı düşünceleri nedeniyle hapiste yatmalarına, kendi devletleri tarafından büyük bir haksızlığa uğramalarına rağmen, son nefeslerine kadar vazgeçmediler bu kötülüğü haykırmaktan.
Saygıyla ve rahmetle. Sonsuz minnettarım.🙏🏻
Başkalarının Acısına Bakmak/ Susan Sontag
Kitaplar arasında en az okuduğum tür denemelerdir benim. Diğer türlere daha çok ilgili olduğumu söyleyebilirim. Yazarın bu kitabı da bir deneme. Savaş, fotoğraf ve savaş fotoğrafçılığı üzerine. Bunlar, yazarın kitabın genelinde ele aldığı konular olsa da hep söylediğim gibi daha fazlası var kitapta.
İkinci dünya savaşının cephelerinden biri: Rusya.
O zamanlar Sovyet Rusya adı altında tabi. Kitabın konusunun geçtiği yer olan Kırgızistan ise, 1918 yılından 1991 yılına kadar Sovyet Rusya’nın on beş cumhuriyetinden biri olmuş. Yazarın doğduğu yer burası. Vatanı. Savaşın nice canları aldığı, nice gönülleri yaktığı vatanını Tolganay’ın hikâyesiyle bu kitapta anlatmış yazar.
Cepheye savaşmaya giden askerlerin hikâyesinden çok; geride kalanların yaşamını, acılarını, umutlarını, yaslarını kaleme almış Aytmatov. Kendisi de yaşadığı dönemde savaşın etkisiyle henüz on dört yaşındayken memurluk yapmaya başlayan yazar, insanların yaşadığı bu duygulara çok yakından tanık olan biriydi. Öyle ki, memurluk yaptığı o yıllarda ona cepheye gidenlerin ölüm haberini verme görevini vermişlerdi. Bu görevden dolayı bir lakabı bile vardı; kara kagaz. Yani, kara haber taşıyıcısı. Onun için işkence gibi olduğunu ifade ettiği bu görevinde gördükleri, birçok eserine kaynaklık etmiş aynı zamanda. Onlardan birinin de Toprak Ana olduğunu söyler Aytmatov.
Bu kitabıyla birlikte toprak ile uğraşmayı, toprağa bakmayı, onu ekip biçmeyi çok seven Tolganay’ın neşe dolu gençliğini, içleri ısıtan aşkını, yuvasını, çocuklarını okuduğumuz o ilk sayfalardan, savaşın hayatlarına girmesiyle geçirdikleri zorlu günleri, değişen hayatlarını ele almış Aytmatov. Bu zorlu günlerde köy halkının birbirlerine olan desteği ile, zor zamanlarımızda acılarımızı paylaşabileceğimiz birilerinin olmasının ne kadar kıymetli olduğunun da altını çizmiş ayrıca. Öyle ki, bu zorlu günlerde paylaşılan acılar ve gözyaşılar, köy halkının birbirlerine olan destekleri biraz olsun dayanma gücü veriyor onlara. Savaştan önce tarlada beraber çalışıp bir ekmeği beraber paylaştıkları günlerde nasılsa; savaşın hayatlarına girmesiyle beraber, sevinçlerini paylaştıkları gibi üzüntülerini de paylaşıyor köy halkı.
Tolganay ise acılarını sadece köy halkı ile paylaşmıyordu. Onun yüreğinin yanıpta acılarını anlatmaya geldiği bir diğer yer de; çok sevdiği, derinden bir bağ kurduğu, ekip biçtiği, gözü gibi baktığı toprağıydı. Toprak Ana diyordu ona Tolganay. Öylesine acı çekiyordu ki Tolganay, çocuklarını tek tek cepheye gönderirken, eşini cepheye gönderirken hissettiği acılar yüreğinden taşıp toprağa, Toprak Ana'ya akıyordu adeta. Savaş, sadece erkeklerin cephede çarpıştığı bir şey değildi çünkü. Geride kalan kadınların, çocukların zorlu yaşam mücadeleleri, çektikleri acılar da savaşın bir parçasıydı. Aytmatov da bunun altını kalın kalın çizmişti bu kitabında.
Toprak Ana ve Tolganay'ın diyaloglarının bolca yer aldığı bu kitapta, yüreği yanan bu kadının sorduğu o sorulardan biriyle içim acıdı tam anlamıyla. Tüm bu vahşetin son bulmasını isteyen Tolganay'ın çaresizlikle dilinden dökülenler şunlardı: "Söyle bana Toprak Ana, gerçeği söyle: İnsanlar savaşmadan yaşayamaz mı?"
Savaşa ve etkilerine dair daha birçok kitap var okuyabileceğimiz ve üzerine uzun uzun konuşabileceğimiz. Ben halihazırda bu kitapları okumaya devam ediyorum. İçeriğimin başlığından da anlayacağınız üzere bu, içeriğimin devamı olacağı anlamına geliyor. Bu başlık altında ikinci bir bölüm daha paylaşmak istiyorum profilimde. O zamana değin hoşçakalın, sevgiyle kalın✨
Kainatı meydana getiren bütün bu hikâyelerin biricik yuvası ise edebiyat. Bu yuvanın çatısının altında aradığımız konuya dair denemeden şiire, şiirden romana her türde kitap bulabiliriz. Savaşı ve savaşın insanlara, yaşama etkilerini anlatan hikâyeler bulmak için geldiğim bu adreste; kapıyı çaldım, içeri girdim ve işte karşılaştığım o hikâyeler... Girişin mükemmelliği… Yazını bir kez daha okudum. Okuduğum kitapları senin yorumunla değerlendirmek çok güzeldi. Savaşın acımasız yönlerine değinen hisli bir yazı olmuş; hem de kitap önerileri var içerisinde. Her detayına bayıldım. Emeğine sağlık! ♥️