İnsanların duyguları oldukça karmaşıktır. Seçimleri, yaşamını şekillendirir; ancak çoğu zaman insan, nasıl seçim yapacağını bilemez ve genellikle kararsız kalır. Nasıl mutlu olacağını kestirmesi bile zordur; çünkü insan, ne istediğini genellikle bilmez. Çoğu zaman rastlantısal kararlar alır ve bu doğrultuda yaşar. Eğer talihi yaver gitmişse, hayat ona tatmin edici şeyler sunabilir. Ancak bu durum, her zaman onun için hayırlı mıdır? İşte bu, bilinmez. Aynı şey, dünya nimetlerinden mahrum kalanlar için de geçerlidir.
İnsanın kafası çok karışıktır; içinde yaşadığı toplum, onun kişiliğini şekillendirir ve kişi, bunun farkına bile varmaz. Manipülasyonun, daha çok başkalarının başına geldiğine dair kesin bir inancı vardır. Tıpkı ölümü kendisine uzak görmesi gibi… Oysa herkes, her şeye eşit mesafededir.
Ali Şeriati, insanı “tarih, coğrafya, sosyoloji ve kendi bencil tutkularının esiri” olarak tarif eder. Bu tespit, gerçekten doğrudur. İnsanların çoğu, düşünmeyi bilmez. Düşünmek, kendisinden önceki ve şimdiki toplumların dünya ile ilişkilerini öğrenmekle başlar. Bu bilgileri edindikten sonra bir insan, doğru ya da yanlış yerde olduğunu sorgulayabilir. Özetle, cahil insan, düşünceyi besleyen donelerden mahrum olduğu için düşünmeyi bilmez.
Düşünmekten aciz kalan insanların olaylara yaklaşımları ise genelde hâkim otoritenin tarafında olur. İşte bu noktada çok büyük sorunlar baş gösterir; fakat cahil birey, bunun farkına varamaz. Örneğin, günümüz insanı, ulus-devlet içinde yaşadığı için bunu norm olarak kabul eder ve sahte bir övünç histerisine kapılır. Ulus-devleti yüceltmekten geri kalmaz. Onu ödül ve ceza tekelinde görme eğilimi taşır.
Ulus-devlet, makbul vatandaşları genelde iş vererek ve çeşitli şekillerde ödüllendirir; bu da onu bir geçim kapısına dönüştürür. Vatandaş ile ulus-devlet arasındaki en tehlikeli bağ budur. Bir de bakarsınız ki Allah’a ait sıfatlar, teker teker devlete mal edilmiştir. Bu, gizli şirk bile içerir. Sadece geçim kapısı olarak “rızık veren” değil, aynı zamanda kendi koyduğu uyduruk kurallara uymayanları cezalandırması, halkın bu kuralları benimsemesine bağlıdır. Yani cahil çoğunluğun cehaleti, zalimi zalimlik yapmaya iten en temel güçtür.
Bir ulus-devlet, cahil bıraktığı toplumu türlü biçimlerde ödüllendirerek, kimilerini kahrına maruz bırakarak cezalandırırsa ve bu tutum kutsal metinlere uymuyorsa, ulus-devlet, kerameti kendinden menkul bağımsız bir güç olma keyfiyetiyle kutsallaşıverir. Bu kutsiyeti kabul etmemek ise seküler ulus-devlet dinine şirk koşmak olarak algılanır ve bunun karşılığı büyük cezalar olur.
Böyle bir toplumda özgün fikirlerin çıkması pek muhtemel değildir. Özgün bir şey üretemeyen toplumların geri kalması kadar doğal bir şey yoktur.
Birer yeryüzü ilahına dönüşen ulus-devletler, gelişmiş dünyaya uyum sağlayamazlar, uygar toplumları hep geriden takip ederler ve bunun sebeplerini bir türlü anlayamazlar.
Böyle zombi bir devlet ile milletin uzun süre ayakta kalması ve varlığını koruması mümkün değildir. Ancak yıkılıp parçalara ayrılması da kolay ve acısız olmaz. Zombi devletin ortadan kalkması, zombi vatandaş için varlık-yokluk meselesine dönüşür. Bu varlık-yokluk mücadelesi, bireye her türlü suçu işleme motivasyonu verir.
Seküler ya da pagan olsun, fark etmez; bu tür ulus-devletlerin kendine özgü birer şeriatı vardır. Bu şeriat gereği, zombi vatandaş, tanrısı adına cinayet bile işleyebilir ve buna kutsiyet atfeder. İşte bu durum, uzun süren büyük zulümlerin kapısını aralar.
Yorum Bırakın