Bazı kitaplar vardır ki onları okumak, bir hikayenin içine girmekten çok, bir girdaba kapılmak gibidir. Sayfalar ilerledikçe, yalnızca kelimelerin değil, insanın kendi varoluşunun da ağırlaştığını hissedersiniz. Jean-Paul Sartre’nin Bulantısı işte böyle bir eserdir. Yalnızca bir adamın iç dünyasını değil, insanın evrenle kurduğu tüm bağları çözen, onu hiçbir yere dayanmayan çıplak bir bilinçle baş başa bırakan sarsıcı bir deneyimdir.
Bu roman, yalnızca bir adamın bunalımı değil, tüm insanlığın özüne dair bir varoluşsal krizdir. Sartre’nin kahramanı Antoine Roquentin’in içine düştüğü derin huzursuzluk, herhangi bir bireyin belirli bir anda hissedebileceği geçici bir sıkıntıdan ibaret değildir. Onun yaşadığı, varoluşun mutlak çıplaklığıyla yüzleşen herkesin taşıyacağı bir yüktür. Peki, bu yükü taşımak mümkün müdür? Ve daha önemlisi, bu farkındalık bir lanet midir, yoksa özgürlüğün ta kendisi mi?
Antoine Roquentin’in hikayesi, dışarıdan bakıldığında oldukça sıradan görünür. Kasvetli bir Fransız kasabasında tarih araştırmaları yaparak günlerini geçirir. Önceleri bu tekdüze hayat ona rahatsız edici gelmez; aksine, tarih belgelerinin soğuk sayfalarına sığınarak, dış dünyanın karmaşasından uzak durur. Ancak zamanla, farkına varmadan kaygan bir zemine adım attığını hisseder.
Önceleri küçük ve önemsiz gibi görünen ayrıntılar, giderek rahatsız edici bir hal almaya başlar. Bir kağıt parçasının yüzeyi, bir koltuk kenarının dokusu, elini masaya koyduğunda hissettiği o yoğun "varlık" duygusu... Tüm bunlar, Roquentin’i giderek artan bir tiksintiyle doldurur. Nesneler artık yalnızca birer "şey" olmaktan çıkmış, onların varlıklarının boğucu ve açıklanamaz gerçekliği kendini hissettirmeye başlamıştır.
"Nesneler, varoluşun ağırlığı altında eziliyordu."
Bu noktada okur, Roquentin’in yalnızca bir iç sıkıntısı yaşamadığını, aslında varoluşun çıplak gerçeğiyle karşı karşıya kaldığını fark eder. Dünya, ona artık bir anlam taşımamaktadır. Roquentin’in yaşadığı "bulantı", yalnızca psikolojik bir bunalım değildir. Sartre’nin felsefesinde bu, insanın varlıkla doğrudan temasa geçtiğinde hissettiği derin bir huzursuzluk halidir. Nesneler yalnızca "vardır", onların bir anlamı, bir amacı yoktur. Tüm evren, bilinçsizce ve amaçsızca var olmaktadır. Roquentin bu farkındalığa ulaştıkça, dünya ona giderek dayanılmaz bir yer haline gelir.
İşte burada Sartre’nin felsefesi devreye girer ve varoluşçuluğun en temel ilkelerinden birini ortaya koyar:
''Varoluş özden önce gelir.''
Yani, insan önceden belirlenmiş bir anlam veya amaçla doğmaz; o, dünyaya fırlatılmıştır ve ancak kendi seçimleriyle kendisini var eder. Ancak bu bir özgürlük olduğu kadar bir lanettir de çünkü insanın kaçabileceği hiçbir hazır anlam yoktur.
Romanın en çarpıcı bölümlerinden birinde Roquentin, bir taşın varlığı karşısında hissettiği mide bulantısını şöyle anlatır:
"Bu taş vardı. Ben de vardım. O halde neden ben vardım? Neden bu taş vardı? Bu soruların hiçbir cevabı yoktu. İşte bu yüzden bulantı hissediyordum."
Bu sözler, yalnızca bir adamın bunalımı değil, insan bilincinin en temel çıkmazını da ortaya koyar. Eğer varoluş anlamsızsa, eğer dünya herhangi bir sebep olmaksızın "var" olmaya devam ediyorsa, o halde insan nasıl bir anlam yaratabilir?
Romanın en önemli temalarından biri de zamandır. Roquentin, geçmişe dönüp baktığında, hatıraların artık ona ait olmadığını, anıların giderek yabancılaştığını fark eder. Anılar, insanın kendini kandırmak için yarattığı imgelerden ibarettir.
"Hatıralar bizi biz yapmaz, aksine bizi biz olmaktan uzaklaştırır."
Zaman, Roquentin için bir hapishaneye dönüşmüştür. Hatıralar, eskiden sahip olduğu anlamı taşımamaktadır. Geçmiş, artık ona ait değildir. Gelecek ise belirsiz bir sisin ardında kaybolmaktadır. Sartre’nin varoluşçuluğunda, geçmiş yalnızca insanın kendisini kandırmak için inşa ettiği bir masaldır. Aslında insan, içinde bulunduğu anın mutlak gerçekliği dışında hiçbir şeye sahip değildir.
Bu farkındalık, Roquentin için geçmişin ve geleceğin ötesine geçmek anlamına gelir. Ama bu, bir tür özgürlük müdür, yoksa bireyin tamamen çözüldüğü bir nokta mı? Sartre, burada okuru kendi varoluşsal hesaplaşmasına davet eder. Eğer hiçbir şeyin özü yoksa, eğer geçmiş bir yanılsama, gelecek bir boşluksa, o halde insan neden yaşamaya devam eder?
Ölüm ise, Sartre’nin evreninde bir son değildir, çünkü ölümün ardından varoluş diye bir şey kalmaz. Fakat bu da insanı rahatlatan bir sonuç değildir. Çünkü Roquentin’in farkına vardığı gibi, ölüm kaçınılmaz olsa da insan şu anda yaşamaya mahkumdur.
Peki, insan bu bilinci taşıyabilir mi? Anlamsızlık karşısında ayakta kalabilir mi? Sartre’ye göre insanın iki seçeneği vardır: Ya varoluşun bu çıplak gerçeğiyle yüzleşip kendi anlamını yaratacaktır ya da geçmişe, ideolojilere ve yanılsamalara sığınarak sahte bir huzura tutunacaktır. Lakin Roquentin, sahte huzuru reddeder. Çünkü sahte bir anlamın içinde yaşamak, var olmamanın bir başka biçimidir. İşte Bulantı’nın en sarsıcı yönü de budur: Okura zor bir gerçeği hatırlatır ve onu, varoluşun ham gerçeğiyle tek başına bırakır.
Romanın sonunda Roquentin, artık eskisi gibi bir insan değildir. Onun için dünya hala anlamsızdır. Nesneler hala bir illüzyon, geçmiş ve gelecek ise sadece bir yanılgıdır. Ama o artık bunun farkındadır ve belki de özgürlüğü tam da burada başlar. Çünkü varoluşun anlamsızlığını kabul eden kişi, aynı zamanda kendi anlamını yaratmaya mecburdur.
Ama bu hafife alınacak bir özgürlük değildir. İnsan, hiçbir dışsal ilkeye ya da evrensel normlara bağlı olmadan, tamamen kendi seçimlerinden sorumlu olmalıdır. Sartre'ye göre kader yoktur, önceden çizilmiş yollar yoktur. Yalnızca insan vardır, kendi seçimleriyle varoluşuna anlam katmaya çalışan, ama aynı zamanda bu anlamın mutlak olmadığını bilen insan.
"Hayatımın iplerini kopardım. Artık hiçbir yere ait değilim. Ama bu, özgür olmak anlamına mı geliyor? Yoksa sadece kaybolmuş olmak mı?"
Belki de Sartre’nin en çarpıcı mesajı burada yatar: Bulantı, sadece varoluşun ağırlığı değil, aynı zamanda özgürlüğün başlangıcıdır. Roquentin’in bu farkındalığa ulaşması, onun için bir çöküş değil, bir yeniden doğuştur. Artık hiçbir ilüzyona sığınamaz, ama belki de tam da bu yüzden gerçek bir varoluşa sahiptir.
Sartre'nin Bulantısı, yalnızca bir adamın bunalımını değil, insanın varoluş karşısındaki nihai yalnızlığını da anlatır. Sartre, insanın evrende bir anlam veya amaç taşımadığını acımasız bir açıklıkla ortaya koyar. Ancak bu farkındalık, aynı zamanda özgürlüğün de kapısını aralar.
Roquentin’in vardığı nokta, her okurun kendi varoluşuna dair sorması gereken sorularla doludur: Gerçekten özgür müyüz? Özgürlük, bir kurtuluş mu, yoksa dayanılmaz bir yük mü? Eğer dünya anlamsızsa, insan nasıl var olabilir?
Sartre, cevapları vermez. Çünkü varoluşçuluğun temelinde de tam olarak bu yatar: Cevap yoktur. Anlam yoktur. İnsan yalnızdır. Ve bu yalnızlık içinde, ne yapacağı tamamen kendi seçimlerine bağlıdır.
Yorum Bırakın