İnsan kendisine ayna tuttuğunda gerçekten neyi görür? Yüzünün tanıdık çizgilerini mi yoksa onların ardına gizlenmiş, ondan daha eski, daha derin, daha vahşi bir varlığı mı? Peki ya aynaya bakarken gözlerinin içine doğrudan bakamazsa? İşte o zaman korkulması gereken şey, yansıyan değil aksine aynanın bile göstermeye cesaret edemediği, ışığın ulaşamadığı, varoluşun en karanlık kıvrımlarında pusuda bekleyen o gölge olur.
Ruhun en tenha odalarında yankılanan ses gerçekten ona mı aittir, yoksa çağlar öncesinden gelen, insanın içinden hiç eksilmeyen kadim bir fısıltı mıdır? Gölge, insanın kendisine ihanet eden yanıdır. Kimi zaman tanıdık bir surete bürünür, kimi zaman sessizliğin içinde yankılanan bir çığlığa dönüşür. Kaçtıkça yaklaşır, bastırıldıkça güçlenir, inkar edildikçe hükmetmeye başlar. Ve en sonunda, insan kendisiyle yüzleşmek zorunda kaldığında, kendi yansımasının içinden ona bakan şeyin kim olduğunu gerçekten bilip bilmediğini sorgulamaya başlar.
Her insan, kendi ruhunun derinliklerinde saklanan bir yabancıyla yaşar. O yabancı, içimizdeki en eski sestir. Çocukluktan itibaren toplumun, ahlakın, kuralların ve değerlerin zorladığı bilinç onu bastırır, dışlar, inkar eder. Ama o hiçbir zaman yok olmaz. Geri çekilir, sessizleşir, pusuya yatar. Ne zaman ki insan kendisini en güçlü, en aydınlık, en masum sanır; işte o zaman gölge en tehlikeli halini alır. Çünkü insan, kendi gölgesini tanımadığı sürece, onun kölesi olmaya mahkumdur.
Gölge, insanın kendisinden kaçırdığı, bastırdığı, sakladığı her şeydir. Bilincin süzgecinden geçmeyen, toplumun ahlakında karşılık bulmayan, insanın görmekten korktuğu yanıdır. Jung’a göre gölge, bireyin bilinçli benliği tarafından reddedilmiş, kabul görmemiş yönlerinin toplamıdır. Freud ise onu bilinçaltının en derin katmanlarında yer alan bastırılmış arzular, travmalar ve korkular olarak tanımlar. Ama mitolojide, edebiyatta ve sanatta, o çok daha eski, çok daha köklü bir figürdür. İnsanlık, kendi içindeki bu karanlığı tanımlayamadığı için ona iblisler, canavarlar, düşmanlar, şeytanlar adını vermiştir. Ama en büyük yanılsama budur: Gölge dışarıda değildir. O, insanın kendi içindedir.
İnsan tarih boyunca gölgesini bir başkasının üzerine yansıtmış, onu dışsallaştırmıştır. Yunan mitolojisinde Hades’in krallığı yalnızca ölülerin mekanı değildir aynı zamanda bilinçaltının, unutulanların, bastırılanların mekanıdır. Orpheus, sevdiği kadını geri getirmek için yeraltına indiğinde, aslında kendi bilinçaltına inmiştir. Herakles, Kerberos’u yeryüzüne çıkardığında, insanın karanlık yönünü bilincin ışığına taşımıştır. Dante, Cehennem'in en karanlık çemberlerine inmeden kendisini bulamamıştır. Tüm bu anlatılar, tek bir şeyi tekrar eder: İnsan, kendisini anlamak için önce gölgesiyle yüzleşmelidir.
Freud’un psikanalizinde bilinçaltı, insanın asıl benliğidir. Toplum, bireyi şekillendirirken aslında onu ikiye bölmüştür. Çocuk, toplumun değerlerini öğrenirken içindeki bazı yönlerini reddetmeye başlar. Kendi doğasının bir kısmını dışlar, inkar eder, görmezden gelir. Ama o dışlanan şey yok olmaz yalnızca yeraltına iner. İnsan büyüdükçe, bu bastırılmış yönleri rüyalarda, öfke patlamalarında, nefret ettiği insanlarda ya da anlam veremediği korkularında görmeye başlar. Bir insanın en çok nefret ettiği şey, aslında kendi bastırdığı yönüdür.
Jung, Freud’dan bir adım daha ileri giderek gölgenin yalnızca bireysel değil, kolektif bir bilinçaltının parçası olduğunu söyler. İnsan, sadece kendi bastırılmış yönleriyle değil, atalarının, kültürünün ve insanlığın tarih boyunca inkar ettiği her şeyle birlikte var olur. Ona göre bir toplum ne kadar "ahlaklı", "erdemli" ve "barışçıl" olduğunu iddia ederse, tarihindeki şiddeti, zulmü ve karanlığı o kadar derine gömmeye çalışır. Ama gölge hiçbir zaman yok olmaz. Bastırıldıkça güçlenir, unutuldukça yayılır, yok sayıldıkça daha tehlikeli hale gelir. Ve bir gün, medeniyetin en kırılgan anında, en büyük kabus olarak geri döner.
Çünkü gölge yalnızca bastırılmış öfke, kıskançlık ya da yasaklanmış arzular değildir. O, aynı zamanda insanın sınırlarını aşma arzusudur. Ne kadar aydınlık olmaya çalıştıysak, içimizdeki karanlık da o kadar büyümüştür. Tarihin en büyük katliamlarını, en acımasız savaşlarını, en zalim liderlerini düşünelim. Hepsi kendilerini adil, ahlaklı, hatta kutsal olarak tanımladılar. Ne kadar aydınlık olmak istedilerse, içlerindeki karanlık o kadar büyüdü. Çünkü bastırılan her şey, daha şiddetle geri döner. İnsan ne kadar mükemmel görünmeye çalışırsa, içinde o kadar çürümeye başlar. Çünkü mükemmellik bir illüzyondur, gerçekte var olan yalnızca insanın içindeki çelişkidir.
Ama gölge yalnızca yıkım değildir. O, aynı zamanda yaratıcıdır. Gerçek sanat, gerçek edebiyat, gerçek felsefe, insanın kendi karanlığıyla yüzleşmesinin sonucudur. Bir sanatçı, içindeki gölgeyi inkar ettiğinde, yaratıcılığını da inkar eder. Tüm büyük eserler, insanın bastırdığı, korktuğu, kaçtığı şeylerin dile gelmesiyle oluşur. Goya’nın Kara Resimleri, Kafka’nın anlamsızlıkla örülmüş duvarları, Dostoyevski’nin iç dünyasında kaybolmuş karakterleri… Hepsi, insanın gölgesinin yankılarıdır. Çünkü gölgesini kabul eden, onu sanata dönüştürebilir; onu bastıran ise onun esiri olur.
Lakin insanın en büyük trajedisi, gölgesini ne kadar tanırsa tanısın, ona asla tamamen hakim olamayacak olmasıdır. Onunla ne kadar yüzleşirse yüzleşsin, bir yerlerde karanlıkta pusuya yatmış bekleyen bir yanı her zaman olacaktır. Jung’un dediği gibi: "Bilinçli olana kadar, bilinçaltınız hayatınızı yönetir ve siz ona kader dersiniz."
Ve sonunda insan, kaçınılmaz olanla yüzleşir. Bütün kaçışları, bütün inkarları, bütün maskeleri birer birer dökülür. O güne dek gölgesinin peşinden sürüklendiğini sanmıştı ama şimdi anlar ki aslında hep onun yolunu takip ediyordu. Aydınlığa ne kadar sığınırsa sığınsın, ışık yalnızca gölgesini daha da belirgin hale getiriyordu. Kaçtıkça büyüyen, bastırıldıkça güçlenen, yok sayıldıkça hayatın en derin anlarına sızan o karanlık figür… İnsan en büyük savaşını sandığından çok daha önce kaybetmişti.
Asıl korkunç olan, insanın gölgesini yok saymaya çalıştıkça aslında kendi varlığını parçaladığını fark etmesiydi. Gölgesini bastırdıkça onu büyütmüş, susturmaya çalıştıkça daha da derinleşmesine izin vermişti. Gölgeler sustuğunda, geriye hiçbir şey kalmazdı. Çünkü gölge hiçbir zaman bir yük değildi, hiçbir zaman bir hata ya da fazlalık değildi… O, insanın en gerçek yüzüydü.
İnkar edilen, bastırılan, dışlanan her şey bir gün geri dönmek zorundaydı. Kaçınılmaz olan, en başından beri belliydi: Gölge hiçbir zaman yok olmadı. O yalnızca bekledi. İnsan kendisini hükümran sanarak yürüdü, ışığa tutunarak varlığını anlamlandırmaya çalıştı. Oysa anlam sandığı şey bir yanılsamaydı. Gerçekte hiçbir zaman onun sahibi olmadı, hiçbir zaman onu yönlendiren değildi. Ne kadar kaçarsa kaçsın, ne kadar bastırırsa bastırsın, o hep oradaydı. İnsanı izleyen, onu biçimlendiren, sessizce bekleyen ve zamanı geldiğinde geri dönen. İnsan sandı ki, kendi yolunu çiziyordu. Oysa yol çoktan çizilmişti. Kendi ayak seslerini duyduğunu sanıyordu, ama yürüyen hep oydu. Çünkü en başından beri efendi olan gölgeydi, insan ise sadece onun sureti.
Güzel ifade edilmiş, yazarken ruh verilmiş, ruhu olan bir yazı. Teşekkürler.