Tarih, kadınları hatırlamak için yazılmadı.
Onlar savaşları başlatanlar değil, savaşların arasında ezilenlerdi.
Krallıkları yönetenler değil, taht oyunlarının kurbanlarıydı.
Ve bazen, bir kadının varlığı bile fazlalıktı.
Tıpkı Jane Grey gibi.
Peki kimdi Jane Grey?
Jane Grey, 1537 yılında İngiltere’de soylu bir ailede dünyaya geldi. Bir Tudor prensesi değildi ama annesi VIII. Henry’nin küçük kız kardeşi Mary Tudor’un torunuydu.
Yani Jane kraliyet soyundan geliyordu.
Ve bu kraliyet soyu onu yaşatacak değil, öldürecek şey olacaktı.
Çocukluğundan itibaren bir piyon gibi yetiştirilen Jane, soylu bir kadın olmaktan daha çok siyasi bir araçtı.
O bir birey olarak değil, stratejik bir evlilik için yetiştirilmişti.
Jane farklıydı. O, dönemin en eğitimli kadınlarından biriydi. Latince, Yunanca ve İbranice biliyordu. Teoloji, felsefe ve edebiyatla ilgiliydi. Kendi fikirleri olan ayakları yere sağlam basan bir kadındı. Bunlar ona özgürlük değil, ölüm getirdi.
İstemediği Bir Taç ve Kaçınılmaz Son
1549 yılında Jane, Protestan bir soylu olan Lord Guildford Dudley ile evlendirildi. Bu keşke bir aşk hikâyesi olsaydı fakat bu evlilik güç savaşının bir parçasıydı.
O sırada İngiltere’yi Kral VI. Edward yönetiyordu ve Edward Protestandı. Ölüm döşeğinde olan Edward’ın ardından tahta VIII. Henry’nin kızı Mary Tudor’un çıkması bekleniyordu. Katolik olan Mary İngiltere’yi yeniden Katolik inancına döndürmek istiyordu.
Protestan soylular bunu engellemek için Jane’in hayatını hiçe sayacak bir plan yaptılar.
Kral Edward ölmeden önce bir vasiyet yazdı. Vasiyetinde öldükten sonra tahta Jane Grey’in geçmesini istediği yazıyordu. Jane’in Protestan olması ve bir kadın olarak kolay yönetilebilir olacağının düşüncesi ile yapılmış bir hamleydi bu.
Jane 10 Temmuz 1553’de kraliçe ilan edildi. Bu oyunda sadece bir piyon olduğunu bilen Jane kraliçeliği hiç istemedi. Bu onun için bir yükseliş değil idam sehpasıydı.
Mary Tudor’un gerçek kraliçe olduğuna inanan halk Jane’i desteklemedi. Mary hızla harekete geçti, orduyu topladı ve Londra’ya yürüdü.
Tahttaki varlığı sadece 9 gün süren Jane, başından beri hiç istemediği kraliçeliğinin yanında özgürlüğünü, hayatını ve sesini de kaybetmişti.
Mary Tudor tarafından hemen öldürülmeyen Jane zindana atıldı. Jane yaşarsa bir tehdit olmaktan çıkar diye düşünüldü fakat Jane’in babası Henry Grey, Mary’e karşı bir isyana kalkışınca işler değişti.
Artık Jane yaşarsa, kraliçeye karşı bir bayrak olabilirdi.
Ve bir kadın, bir gücün gözünde tehditse, yok edilmeliydi.
Bir Kılıç Darbesiyle Susturulan Kadın
12 Şubat 1554 sabahı Jane Grey Londra Kulesi’nde idam edilmek üzere dışarı çıkarıldı. Üzerindeki beyaz elbisesiyle, başında tacı olması gerekirken ölümü bekleyen genç bir kızın sessizliği vardı.
Jane’in son sözleri onun ne kadar güçlü bir ruh olduğunu gösteriyordu.
“Ölümüm adil mi, bilmiyorum. Ama suçumun Tanrı tarafından bağışlanmasını diliyorum.”
Celladın önüne geldiğinde, gözleri bağlıydı. Elleriyle sehpayı aradı ama bulamadı. Bir an için panikledi, nereye uzanacağını bilemedi. Sonunda biri elinden tuttu ve yönlendirdi.
O eller, bir kadın tarihinin son anlarına tanıklık ediyordu.
Ve bir kılıç darbesiyle, Jane susturuldu.
Ama gerçekten sustu mu?
Hayır.
Bugün, her çağın Jane Grey’leri var.
Çünkü Jane Grey sadece bir isim değil, bir semboldü.
İtaatkâr olmadığı için cezalandırılan kadınların sembolü.
Bedeni ve hayatı üzerinde söz hakkı olmayan kadınların sembolü.
Birilerinin hırsı ve çıkarı için yok edilen kadınların sembolü.
Tarih boyunca Jane’in yerini başkaları aldı.
Cadı diye yakılan kadınlar,
Özgürlüğü için savaşan kadınlar,
İradelerini kabul ettiremediği için susturulan kadınlar.
Ve bugün Jane Grey, bir sarayda değil, sokakta.
Kendi kararlarını almak isteyen bir kadında.
Birilerinin hırslarına alet olmayı reddeden bir kadında.
Özgürlüğünü isteyen, eşitlik talep eden, susturulmayı reddeden her kadında.
Ama bu kez, başımız eğilmeyecek.
Bu kez biz hayattayken direneceğiz.
Bu kez kılıç yere düşecek.
Yorum Bırakın