İhsan Oktay Anar Evrenine İlk Adım: Puslu Kıtalar Atlası

İhsan Oktay Anar Evrenine İlk Adım: Puslu Kıtalar Atlası
  • 2
    0
    0
    0
  •  
    Yazarın ilk romanı, benimse yazarın evrenine ilk adım attığım kitap Puslu Kıtalar Atlası. Muhteşem bir kitap. Çok severek ve büyük bir keyifle okudum bu kitabı. Bir zamanlar çok sevilmesinin boşuna olmadığını da anladım okurken. Tarihin derinliklerinden çıkan bu kitapta büyüleyici bir evren oluşturmuş çünkü yazar. Bir yanıyla da zor olanı başarıp, tarihin derinliklerinden çıkan bu kitabı büyüleyici bir kurgu haline getirerek içinde tarih olduğu halde hiç sıkılmayacağımız, tam aksine, maceradan maceraya atlayacağımız bir roman oluşturmuş İhsan Oktay. O yüzden kitabı tarihi bir kitap olarak nitelendiremeyiz. Hulki Aktunç kitabın ön sözünde kitaba dair bu tarihselliği şöyle ifade ediyor: Tarihsel romanlar mıdır Anar'ın yapıtları? Hayır, romanlardır. Tarihsel olan'dan yeni bir roman çıkarmak, romanı da yeniden tarihselleştirmektir ama.
     

     
     
    17.yy'ın İstanbulunda, o zamanki adıyla Kostantiniyyede başlar macera. O zamanlar Osmanlı var tabii. Ama saray entrikaları ya da taht kavgaları okutmaz bize İhsan Oktay. Tebaadan bir gencin; Babası Uzun İhsan Efendi ile yaşayan Bünyamin'in, cebinde babasının hediye ettiği bu atlas ile maceradan maceraya atlayışını okuruz merakla. Kaybolan babasının ardına düşen Bünyamin, kendini Devlet-i Aliyye'nin karanlık örgütü İstihbarat-ı Hümayun'un esrarengiz adamlarının ortasında bulur. İstihbaratın peşinde olduğu sır, onu bitmek bilmeyen bir dizi olaylar silsilesinin içine çeker. Babasını ararken kendini bu olayların içinde bulan Bünyamin'in öğrendiği sır tam da benim kitaba vurulduğum kısım. Yazarın dehasını konuşturduğu bu yer gerçekten kalemini nasıl ustalıkla kullandığını gösteriyor okuyucuya. 
     
    Bünyamin'in eriştiği sır ise, zamanda yolculuk mekanizması ve gelecekte ne olacağını söyleyen bir kehanet aynası. Burada dahice olan, zamanda yolculuk mekanizmasının ve kehanet aynasının, tanıdık olduğumuz fantastik kitaplardaki klişelerden farklı işleyişi. Yazarın dahice kurguladığı ve kitapta daha detaylıca anlattığı bu sır, Bünyaminle sır olarak kalıyor ve biz, istihbarat örgütünün başı Ebrehe ile dilenci çetesi arasındaki esrarengiz olayları okumaya devam ederken, Bünyamin'in arayışı da devam ediyor bir yandan ve böylece, dünyaya şahit olmanın yolunun macera olduğunu söyleyen Uzun İhsan Efendi, oğlunun macerası haline dönüşüyor adeta. Oğlunun macerasına dönüşen Uzun İhsan Efendi, yaşamak istediği bütün bu macerayı, oğlu Bünyamin'in yaşamasını istiyor. Onun dünyada yapamadıklarını, dünyaya şahit olmanın mutluluğunu oğlu Bünyamin yaşasın istiyor, çünkü, Uzun İhsan Efendi, "dünyadaki en büyük mutluluğun bu dünyanın şahidi olmak" olduğuna inanıyor.
     
     

     
     
    Peki ya bütün bu yaşananların, Bünyamin'in babası Uzun İhsan Efendi'nin bir hayal ürünü olduğunu söylesem? Hatta Uzun İhsan Efendi'nin de bu hayal ürününün bir parçası olabileceğini söylesem? Bütün bu macera sadece Uzun İhsan Efendi'nin kafasında yaşandı bitti desem? Aslında çok da bir şey değişmez fikrimce. Çünkü ister sadece Uzun İhsan Efendi'nin kafasında yaşanmış olsun ister gerçek olsun, biz Bünyamin'in yaşadıklarına, Puslu Kıtalar Atlası'nın büyüleyici evrenine şahit olduk, Bünyaminle beraber 17.yy'ın  İstanbulunda o maceradan bu maceraya atladık. Kendisi felsefe bölümünden mezun yazarın Descartes'in; "Düşünüyorum, o halde varım." felsefesine atıfta bulunduğu gibi, bizde onları düşündük, olanları düşündük ve var oldular. Bizde Uzun İhsan Efendi gibi bütün bu maceraya düşümüzde şahit olduk. Düşümüzde gördük Bünyamin'i, Ebrehe'yi, Hınzıryedi'yi, Arap İhsan'ı. Düşümüz olmasaydı, düş gücümüz olmasaydı şahit olabilir miydik bu maceraya? Her kitabı okurken de düş gücümüzle okumuyor muyuz yaşanılanları? Düşümüzde gözümüzün önüne getirmiyor muyuz her bir olayı, karakteri? Dolayısıyla, bu noktada, yaşanılanların hayal ürünü olması önemini yitiriyor. Çünkü düşünce gücümüzle onları düşlediğimiz an var olmuş oluyorlar kitabın felsefesine göre.
     
    Edebiyat ve kitap okumakla kendini bulan bu güç öyle bir güç ki, oturduğumuz yerden zamanın sınırlarını aşarak oradan oraya seyahet etmemize imkân tanıyor bu yönüyle. Bir anda 17.yy'ın İstanbulunda ya da 18.yy'ın Avrupasında buluyoruz kendimizi. Asyada sakura ağaçlarının altında gezinirken, Londrada bir cinayetin şüphelilerinin peşine düşüyoruz. Hemde hiçbir teknolojiye ihtiyaç duymadan. Düşümüzle, düşünce gücümüzle.
     
    Bu gücün, hayal etmenin, hayaller kurmanın böyle muhteşem bir kurguyla vurgulanması beni kitaba da yazara da hayran bıraktı, yeni bir yazarla, yeni bir dünyayla tanışıyor olmanın heyecanıyla ve bu dünyanın güzelliğinden büyülenerek içim kıpır kıpır  ayrıldım kitaptan. Yazarın diğer kitaplarını da muhakkak okuyacağım, Puslu Kıtalar Atlası ile hep içinde bulunmak isteyeceğim bir evrenin kapılarını araladım çünkü.
     
     
     

    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.