Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, 1942 yılında dünyaya gelmiştir. Günümüze kadar birçok film çeken sanatçı; hayatı boyunca rahatsız olup vücuduna bir iğne gibi batan acı tatları filmlerine taşımayı başarmıştır. Sinema dünyasının sahip olduğu en etkili isimlerden biri olan Haneke, filmleri ile bizleri saatlerce düşündürmüş, aklımızı başımızdan almış ve bizi en yoğun duygularımıza kadar etkilemeyi başarmıştır.
Usta isim, Almanya’da yaşayan aktör anne-babanın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. O da ailesi gibi oyuncu olma hayalleriyle sinema kariyerine başlamıştır, daha sonra televizyon filmleri ve dizilerinde çalışmıştır. Yönetmen, üniversite dönemi boyunca sinema, felsefe ve psikoloji eğitimleri almıştır. Psikolojik eğitim almasının en büyük sebeplerinden biri insan yaşamını bu denli didik didik ederek inceleme arzusu ve tıpkı bir atomu parçalama hazzı gibi duyduğu zevktir. Tüm bunlardan sonra, 46 yaşında ilk filmini çekmiştir. Ne var ki tüm bu etkiler ilk filminden itibaren görülmektedir. Haneke’nin filmleri; Duygusal Buzlaşma Üçlemesi olarak anılacak olan seri;
Der Siebente Kontinent / The Seventh Continent (1989)
Benny’s Video (1992)
*71 Fragmente Einer Chronologie Des Zufalls / 71 Fragments Of A Chronology Of Chance (1994)
Bu Duygusal Buzlaşma Üçlemesi ardından yaklaşık 10 yıl sonra yeniden Das Schlob/The Caste filmi ile izleyicilerinin karşısına çıkmıştır. Film, Kafka’nın aynı adlı eserinden beyazperdeye uyarlanmıştır. Film aslında Avusturya televizyonu için çekilmiştir fakat tüm dünyada ilgi görmüş, birçok festivalde ödüle layık görülmüştür ve büyük salonlarda gösterime girmiştir.
Ardından Haneke’yi Haneke yapan belki de en önemli eser olan Funny Games, 1997 yılında birçok izleyiciye Cannes Film Festivali'nde salonu terk ettirmiştir. Rahatsız edici sahneler yüzünden birçok insanın beynini kurcalamayı ustalıkla başarmıştır.
Rüştünü ortaya koyduğu işlerle ispatlayan Yönetmen daha sonra;
Code Inconnu: Recit Incomplet De Divers Voyages (2000), La Pianiste (2001), Le Temps Du Loup (2003), Cache (2005), The White Ribbon (2009), Amour (2012) gibi filmler ile arşivini zenginleştirmeye devam etmiştir.
Beyaz Bant
Amour filminin gerek ağır ilerleyen sanatla harmanlanmış dramatik hikayesi gerek ustaca sergilenmiş oyunculuk performansları oldukça dikkat çekmiştir. Performansı ile Emmanuelle Riva, Oscar’a aday olan en yaşlı oyuncu olarak tarihe geçmiştir. Film aynı zamanda En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ını kucaklamış ve 5 farklı dalda adaylığa layık görülerek başarısını katlamıştır.
Amour
Çağdaş anlatı filmleri genel olarak özdeşleşme konusunda zorluk çekerler fakat Amour'da bu biraz daha minimale inmiştir çünkü mekan ve kişiler o kadar azdır ki bu pek şaşırtıcı değildir. Seyirci hatta bu çağdaş anlatı filminde karakterler ile özdeşleşebilir çünkü zaten sadece dört kişinin gözünden bakabilmektedirler. Anne, kocası, kızı ve yetiştirdiği eski öğrencisi Alexandre. Bunlar da örnekle:
Eva; yaşlı anne ve babasının durumları ve annesinin hastalığı nedeniyle, Alexandre ise küçük yaştan beri hayran olduğu bu çiftin yaşadıklarını görüp onlara acıyan birisi olarak seyirci ile kolayca özdeşleşebilir.
Amour filminde anlatım ara ara bölünür. Geleneksel anlatıda olduğu gibi olaylar bir neden zinciri ile bağlıdır, mekan zaman uyumu vardır fakat çağdaş anlatıda böyle bir şey yoktur. Amour’da da filmin en sondan başlaması, ani flashbackler, rüya sahneleri, her şeyin dışında kalan karakterler ve filmin bitişi yani belirsiz sonu da filmi bölmüş ve onu bir çağdaş anlatı havasına getirmiştir.
Zaten en başta filmin finaline vurgu yapan bir filmden; hikayenin başından sonuna kadar belli sebeplerle bağlı olması veya kesin bir sonunun olması beklenemez. Amour filminde hikaye Anne karakterinin öldüğünü gösterdikten sonra tekrar geri sağlıklı olduğu son zamanlarını göstererek hastalanma sürecine ilerler. Aradaki sahnelerde çiftin arasındaki bağın ne kadar kuvvetli olduğunu görürüz, her ne kadar sevgi saygı içerisinde olsalar da arada tahammülleri oldukça sınanır. Mesela Anne karakterinin nasıl öldüğünü gördük ve kocasının ruhsal değişimi ve tahammülünü anladık fakat mektupta yazdıkları ve kendi akıbeti belirsiz bitmiştir ve bu da filmi kapalı anlatıma sahip bir film yapar. Karısını oldukça seven ve hastalandıktan sonra onun yanında olan George’un bile zamanla tahammülünün kalmaması, karısına tokat atması ve en sonunda acısını dindirmek için Anne’i boğması rahatsız edici sahnelerdendir. İzleyiciyi hem bu denli rahatsız edip hem düşündürüp hem sonunda kapalı mesajlar ile bitirmesi filmimizi Çağdaş Anlatı’nın oldukça güzel ve etkileyici filmlerinden biri yapmıştır.
Yorum Bırakın