"Vahşi doğaya hafifçe de olsa temas etmemiz, konuşmalarımızı insanlarla sınırlamamaya, en muhteşem hareketlerimizi dans pistleriyle, kulaklarımızı sadece insan yapımı aletlerin müziğiyle, gözlerimizi öğretilen güzellikle, bedenlerimizi onaylanmış duyumlarla, zihinlerimizi hepimizin zaten hemfikir olduğu olgularla sınırlamamaya yöneltir."
Ookami kodomo no Ame to Yuki (The Wolf Children), Japon senarist, yönetmen ve animatör Mamoru Hosoda'nın 2012 yapımı animesidir. Daha çok fantastik dram olarak nitelendirebileceğimiz animenin muhteşem öyküsü de, yine yönetmen Hosoda'nın kaleminden çıkmıştır.
The Wolf Children, üniversite öğrencisi
Hana'
nın okulda gördüğü yakışıklı ve gizemli bir adama aşık olmasıyla başlıyor. Daha sonra bu adamın, türünün son örneği bir kurt adam olduğunu öğrenen Hana, ondan korkup kaçmak yerine kurt adama daha çok bağlanıyor ve bu masalsı aşkın meyveleri; tıpkı babaları gibi yarı insan yarı kurt olan
Yuki ve
Ame dünyaya geliyor. Ne yazık ki bu mutlu aile tablosu, babalarının ava çıktığı bir gece, kurt formunda ölü bulunmasıyla bozuluyor. Bu olaydan sonra Hana, minik kurt-insanlarını büyütürken şehir hayatına daha fazla uyum sağlayamadığı için herkesten uzakta, dağlık bir köye yerleşiyor. Böylece o ve çocukları için, izlerken seyirciyi sıcacık saran, duygu yüklü ama bir o kadar da tatlı asıl yolculuk başlıyor.

Öncelikle, ana karakterlerin çocuk olması ya da animenin daha ailevi temalar çevresinde hareket etmesinden dolayı, The Wolf Children'ın küçüklere hitap edebileceği algısına kapılmak son derece yanlış olur. Hosoda, öyküsünde Hana, Yuki ve Ame'nin karakter gelişimlerini öyle başarılı işliyor ki aslında küçük seyircinin bu ayrıntıları yakalayabilmesi biraz zor.
Hikayenin tadını kaçırmadan bu ayrıntılara biraz değinelim. Hana ilk bakışta, insan olarak mı yoksa kurt olarak mı büyüteceğini bile bilmediği iki bebeğiyle yalnız başına kalmış, sıradan bir kadın gibi duruyor. Ancak, bu kadının film boyunca gördüğümüz tutum ve tavrı kesinlikle animenin en etkileyici yanını oluşturuyor. İlk olarak Hana, her ne kadar normal bir insan olsa da, her zaman içindeki vahşi kadını canlı tutuyor ve bu hayatı kendisi seçiyor. Buradaki "vahşi kadın" arketipini, Clarissa P. Estés'in "Kurtlarla Koşan Kadınlar" romanında bahsedildiği biçimde alıntılıyorum.
"Kadınlar vahşi doğalarıyla ilişkilerini yeniden kurmak istedikleri zaman, içerideki ve dışarıdaki dünyalarda coşkulu bir hayatın yolunu gösteren, bunu telkin ve teşvik eden kalıcı ve içsel bir gözlemci, bilge, hayalperest, kahin, esin kaynağı, sezgi sahibi, yapıcı, yaratıcı, mucit ve dinleyicinin yeteneği ile donanırlar. Kadınlar bu doğaya yaklaştıkça, o ilişkinin gerçeği, üzerilerinde akkor parlaklığında yayılır. Bu vahşi öğretmen, vahşi anne, vahşi usta, her türden iç ve dış hayatlarını destekler."
"Sağlıklı kadın tıpkı bir kurt gibidir. Sağlam, kunt, diri, hayat verici, konumunun bilincinde, yaratıcı, sadık ve göçebedir. Ancak vahşi doğadan ayrılmak kadının kişiliğinin zayıflamasına, bir hortlak ve hayalet halini almasına yol açar. Postu kolay deldiren, çelimsiz, sıçrayamayan, avlanamayan, doğuramayan, bir hayat yaratma yeteneğinden yoksun biri olmak için burada değiliz. Kadınların hayatı durağanlık içindeyken ya da can sıkıntısıyla dolu olduğunda, bu her zaman için ''vahşi kadın''ın ortaya çıkma zamanının geldiğini gösterir. Ruhun yaratıcı işlevinin deltayı doldurmasının zamanıdır."
Karakteristik özellikleri ile bahsedilen bu arketipin mükemmel bir örneği olduğunu düşündüğüm Hana, yaşadığı tüm zorluklar karşısında doğaya dönerek, içindeki bu vahşi kadın ile birlikte, güçlü bir kadın olmanın, anneliğin, sabrın, sevginin ve yeri geldiğinde yine o sevgi için çok büyük fedakarlıklar yapabilmenin yüceliğini, film boyunca gösteriyor. Yapıcılığı ve yaratıcılığı ile en kötü koşullardan güzelliklere, bir kere bile şikayet etmeden ulaşmayı başarıyor.

Yuki ve Ame'ye gelirsek, yarı kurt yarı insan olarak küçüklüklerinden itibaren bir kimlik çatışması içinde büyüyorlar. Hana'nın bu konuda onları üzerlerinde hiçbir baskı kurmadan özgür bırakması, pedagojik olarak yine sağlam bir örnek teşkil ediyor ki filmin sonunda her ikisinin de kendi seçtikleri yolda, inanılmaz değişimler göstererek ve kendilerini oldukları gibi kabul ederek asıl benliklerine nasıl ulaştıklarını görüyoruz.
"İçgüdüsel doğayla yan yana olmak; hayat alanını belirlemek, kendi sürüsünü bulmak, yetenek ve kusurlarına bakmaksızın güven ve gurur duyarak bedeninin içinde olmak..."
Bana kalırsa, Hosoda'nın öyküsünde kurt-insan çocuklar ile gösterilen kimlik karmaşasının, herhangi bir çocuğun normal gelişiminde yaşadığı sıkıntılardan bir farkı yok. Burada ailelerin çocuğa yaklaşımı ve çocuğun kendini bulma yolculuğu, Yuki ve Ame'nin gelişimleri ile ince ince işlenerek, harika bir şekilde anlatılıyor.

Konusu hakkında değindiğimiz tüm bu noktaların yanı sıra The Wolf Children, çizimleri ve müzikleri ile de bir animeden beklenebilecek her şeyi bize veriyor. Üstelik, umulmadık ölçüde duygulandırmasıyla, sadece anime türünü sevenler için değil, tüm sinemaseverler için kaçırılmaması gereken masalsı bir güzellik olarak karşımıza çıkıyor.
"Masallar, mitler ve öyküler, vahşi doğanın arkasında bıraktığı patikayı seçip ayırt edebilmemiz için görme gücümüzü keskinleştiren kavrayışlar sağlar. Öyküde bulunan dersler, bize henüz yolların tükenmediğini ve kadınları daha da derinlere ve kendi bilgilerinin en uç sınırlarına götürmeye devam ettiğini gösterir. Hepimiz, yabanıl benliğin yolundan gidiyoruz."
Kaynak: C. P. Estes. (2017). Kurtlarla Koşan Kadınlar Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Yorum Bırakın