"Nereden geldiğini bilseydik kederinin Seve seve bulurduk devasını derdinin."
Robinson Crusoe adlı roman Daniel Defoe’nun 1719 yılında yazıp yayımladığı bazı edebiyat tarihçileri tarafından İngiliz edebiyatının ilk romanı olarak kabul edilen romanıdır. 17. yüzyılda Dryden ile birlikte John Bunyan’ın (1628-1688) kaleme aldığı “The Pilgrim’s Progress” (Hacı’nın Terakkisi) bazı eleştirmen ve tarihçiler tarafından yazılan ilk roman olarak kabul edilse de, eleştirmenlerin pek çoğu Robinson Crusoe’nun İngiliz edebiyatında yazılmış olan ilk roman olduğu üzerinde mutabık kalmaktadırlar. Daniel Defoe bu eseri altmış yaşında iken yazmış, Robinson Crusoe’yu yazana kadar, bir tüccar, ekonomist, gazeteci ve ajan olarak çalışmıştır. Bir zamanlar Osmanlı toprakları olan Romanya’dan İngiltere’ye göçen bir aileye mensup olan ve Osmanlı geleneklerini iyi bilen, İngiliz kültürünü yeren mektuplarını Osmanlı Devlet adamlarına bilgi ve öneri amacıyla gönderen Daniel Defoe’nun Osmanlı ajanı olduğu sanılmaktadır. Nitekim bu alaka romanında da gözükür. Robinson Crusoe’nun bindiği gemi Faslı korsanlar tarafından ele geçirilir ve Robenson bir Türk’e esir olarak satılır. Kitap, İngiltere'de yaşayan orta halli bir ailenin en küçük oğlu olan Robinson Kreutzner'in dünyayı gezme hayalleri ile çıktığı yolculukları ve bu sırada karşılaştığı olayları anlatır. Bu yolculuklar sırasında, seyahat ettiği gemi batınca ıssız bir adada 28 yıl tek başına yaşamak zorunda kalır. Sonradan eklenen ve Robinson Crusoe'nun Yeni Serüvenleri adı verilen ikinci kitapta, Robinson döner. Burada bir süre kaldıktan sonra yine denize açılır. Madagaskar'dan, Çin’e oradan Rusya’ya geçerek İngiltere'ye döner. Bu yolculuklarda ticaret yapar ve kendi kültürünü bu ülkelerinkiyle karşılaştırır. Kitapta dürüstlük, cesaret, özveri, yaratıcılık, dayanışma ve serüven duygusu gibi kavramlar işlenmektedir."Tanrı yarattıklarına karşı, bozguna uğrayıp mahvolmuş göründükleri koşullarda bile ne kadar merhametli davranabiliyor! En acı hükümleri bile tatlılaştırıp zindanlarda, hapishanelerdeyken bile kendisine şükretmemiz için nedenler sunabiliyor! Başlangıçta açlıktan ölmekten başka çıkar yol göremediğim bu ıssızlığın ortasında bile ne sofralar seriyordu önüme!"
Romanda Robinson Crusoe, Batı toplumunun kültürünü temsil eden ve bu kültüre uygun her türlü insanlık vasıflarına sahip çok yönlü bir kişi olarak tasvir edilir. Medeni hasletlere sahip, alet yapan ve kullanan becerikli birisi olarak anlatılır. O tarihlerde yeni başlayan Batı sömürgeciliğini haklı çıkarmak maksadına hizmet eder. Batılıların diğer toplumlara medeniyet getirdiklerini, ekonomik, dini ve ahlaki değerlerinin daha yüksek olduğunu anlatmak ister. Hikayede, kendine "yoldaş" olan Cuma'ya İngilizce öğreten ve onun Hristiyan olmasını sağlayan Crusoe, "Batılı beyaz adam" olarak yaşadığı adaya egemen olur; kendisinden önce yaşamakta olan "vahşi" birine, sözgelimi "medeniyet" getirir. KISA ÖZETKitapta bir çok karakter vardır. Ancak en öne çıkanlar Robinson Crusoe ve Cuma’dır (Friday). Crusoe bir İngiliz. Çok cesur bir kişilik, maceraları seviyor ve zor durumda kalmak onu korkutmuyor. Adada becerikliliği ve iş bilirliği sayesinde hayatta kalmayı başarıyor. Cuma ise eski bir yamyam. Okuma yazması olmayan, medeniyete dair hiçbir şeyi olmayan birisi. Her şeyi Crusoe’dan öğreniyor ve bu yüzden ona çok sadık. Cuma ile karşılaştığında adını sormadan "Cuma" ismiyle hitap etmesi, onun dininin özelliklerini ve bütünselliğini sorgulamaması Hristiyan olmasına çabalamasındandır. Robinson, Cuma’yı kurtardığı ve “onun adasına” sığındığı için bir şekilde onun kölesi oluyor. Robinson bu sefer onu uygarlaştırma çabasına girişiyor, ona kendi dilini, doğayı adlandırmayı, ektiği ürünleri hasat etmeyi, koyduğu yasalara uymayı öğretirken, köle-efendi ilişkisinin doğuşuna tanıklık ediyoruz. Sayfalar ilerledikçe, hümanist ve mücadelesini doğa ile sürdüren kişiliği, adeta bir sömürge valisi ya da herkesi kendi dinine inandırmaya çalışan bir misyoner kimliğine dönüşür.
Romanda kadın karakter yoktur ancak birçok nesne kadına özgü simgeler taşır. Robinson Crusoe'ya ev sahipliği yapan ada, doğa anaya benzetilir. Robinson'un kaza yapan gemiye çıkmasını sağlayan ip, göbek bağına; gemi, anne karnına; onu buraya getiren su da, hamile kadınların karnındaki suya benzetilir. Kitabın başlangıcı Hz. Adem ve Hz. Havva'nın cennetten çıkartılmasıyla benzerlik gösterir. Babasının öğüdünü dinlemeyen Robinson'un sonu bir deniz kazası ile ıssız bir adada bitmiştir.Kitap aslında ne durumda kalınırsa kalınsın pes edilmemesi gerektiğini öğütlüyor. Nitekim en sonunda vazgeçmemenin ödülünün de kitapta verildiğini görüyoruz. Kitap Crouse’nun hayatta kalma mücadelesinin ve medeniyetin olmadığı bu mekandaki zamanla gelişiminin bir izlencesi. Kitapta bolca betimleme kullanılmış ve çok gerçekçi bir dille yazılmıştır eser. Kitaptaki her şeye övgüler yağdırabilmemiz mümkün değil. Mesela kitap Crouse’yu esir alan korsanları Türk olarak göstererek, Oryantalizm'in bir örneğini gösteriyor. Bir de tabi kölelik meselesi var. Köle alım satımı normal bir şey gibi anlatılıyor ve bir İngiliz’in bir siyahiden üstün tutulduğunu, Crusoe’nun Cuma'yı kurtardıktan sonra köleleştirmesiyle açıkça gözlemleyebiliyoruz.
İyi Okumalar! Kaynak:1,2,3
Yorum Bırakın