Tarihi Süreç İçerisinde Eğitim Politikaları

Tarihi Süreç İçerisinde Eğitim Politikaları
  • 8
    0
    0
    2
  • Bir ülkeyi “millet” yapan pek çok unsuru bir arada sayabiliriz. Bunlara örnek vermemiz gerekirse eğer; kültür, adalet, ekonomi, yönetim, ordu ve eğitim gibi ortak paydaların oluşturduğu homojen yapıların ışığında ilerlememiz en mantıklısı olacaktır. İnsanları bir arada tutup aynı değerler etrafında birleştiren bu olguların detaylarına indiğimizde, eğitim politikalarının ne denli mühim ve etkili olduğunu fark ediyoruz. Bu nedenle bu “önemli meseleyi” tarihi geçmişten yola çıkarak kronolojik sırayla incelememiz gerekiyor.

    İlk olarak en geriye dönelim… İnsanlığın başlangıç noktasından günümüze kadar gelen binlerce yıllık kadim süreç içerisinde düşünme yetisine sahip olan her birey, belirli bir sorgulama aşamasından geçtikten sonra öğrenme açlığı çekerek arayış eğilimi göstermiştir. Sümerler tarafından yazının icat edildiği M.Ö.3500 yılının öncesinde dahi hayatta kalabilmek adına pek çok beceriyi aynı anda kazanma gereksinimi duyulmuştur. Doğayla nasıl baş edilir? Ateş nasıl kullanılır? Vahşi hayvanlardan korunmak için ne yapılmalıdır? Nasıl avlanılır? Hastalıklar nasıl tedavi edilir? Bütün bu soruların cevabını bulabilmek için yapılması gereken tek şey, deneme yanılma veya araştırıp uygulama gibi yolları kullanarak bir şekilde bilgiyi elde etmektir. Bu da bizi eğitimin her çağda geçerliliğini ve önemini koruduğu gerçeğine ulaştırıyor. Burada bahsettiğimiz anlayış her ne kadar informal bir düzende ilerliyor olsa da sonuç itibariyle ortaya çıkan birincil ihtiyaçlara yanıt verildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

    Çağların gelişmesine paralel olarak ilerleyip mevcudiyetini sağlamlaştıran uygarlıklardan birisi olan Sümerler, çivi yazısını icat ederek tüm dünya adına yeni bir pencere açmayı başardılar. Bu sayede hem tarihi devirler başlamış oldu hem de ilk kurumsal eğitim faaliyetleri ortaya çıktı. Ayrıca dört işlem, ay yılı esaslı takvim ve ilk hukuk kuralları da yine Sümerler’e aittir. Devamında bayrağı devralan Mısır Uygarlığı ise hiyeroglif yazısını bulup mağara duvarlarını süslemeye muvaffak olmuştur. Bununla birlikte Nil nehrinin taşma zamanını hesaplayabilmek adına geometriyi icat eden Mısırlılar, güneş yılı esaslı takvimi oluşturarak Sümerler’e karşı bir alternatif üretmişlerdir. Mezopotamya kökenli bir başka uygarlık olan Asurlular’a baktığımızda da dünya tarihinde bir ilk olan “Ninova Kütüphanesi” ile karşılaşıyoruz. Kil tabletlere kazınmış yazılardan ibaret olan bu kitapların pek çoğu ne yazık ki günümüze ulaşabilmiş değil.

    M.Ö. 5.yüzyılda kurulan Yunan şehir devletlerini incelediğimizde, antik çağın; eğitim anlayışı noktasında bir devrim yaratma özelliği taşıdığını görüyoruz. Sparta şehir devleti insanları iyi birer asker olabilmeleri için disiplin ve dayanıklılık ekseninde eğitirken, Atina şehir devleti; ahlaki, fiziksel ve estetik eğitime yönelmiştir. Mesela bu dönemin en önemli filozoflarından birisi olan Sokrates çocuklara; okuma, yazma, şiir ezberleme, şarkı söyleme, enstrüman çalma, aritmetik ve fiziksel egzersizler öğretiyordu. Ona göre dikkat edilmesi gereken en önemli şey evren değil, insanların doğru yapma erdemine ulaşabilmesi ve bireyin mümkün olduğu kadar faydalı faaliyetler gerçekleştirerek çevresine olabildiğince az zarar vermesi idi. Sırf bu görüşlerinden dolayı gençleri yoldan çıkarmakla suçlanan Sokrates, yargılandığı mahkemede muhteşem bir savunma yapmasına rağmen zehirleme yoluyla idam edilecek ve onun geleneğini devam ettiren öğrencisi Platon ise Atina’da “Akademia” isimli bir okul kurarak matematik, doğa bilimleri, felsefe ve siyaset alanında dersler verecekti.

    Her ne kadar Sokrates ve Platon’un Batı eğitim anlayışına çok büyük katkıları olduğunu kabul etsek de esas kilometre taşını oluşturan grubun Sofistler olduğunu söylememiz gerekiyor. Çünkü Sofistler yeni bir ekol geliştirerek eğitimin sadece seçkinlere değil, her kesimden insana ulaştırılması gerektiğini savundular. Özellikle hayatın pratik problemlerine yönelik konularına önem vermeyi tercih ettiler. Dolayısıyla bu pragmatist anlayış onları öğretimin temel ilkelerini araştırmaya itti ve bu sayede Sofistler ilk eğitim teknologları olarak tarihe geçmeyi başardılar.

    M.Ö.3.yüzyıla geldiğimizde ise Roma’nın oluşturduğu enteresan eğitim sistemiyle karşılaşıyoruz. Burada da Yunan etkisi görülmekle beraber ünlü düşünürlerden Seneca, Quintilianus ve Plutarch’ın geliştirdiği bireysel eğitim dikkat çekiyor. Hiç şüphe yok ki insanların bireysel gelişiminin bu derece önemseniyor olması, Roma’nın yarattığı bu anlayışın günümüz dünyasına kattığı en önemli değerlerden birisidir.


    "Bilgenin erdemi, özgür istencidir." Seneca

    Konuyu biraz daha ileriye taşıyıp Ortaçağ Avrupası’na yaklaştığımızda, ne yazık ki yukarıda bahsettiğimiz kaliteli antik devir uygulamalarının fazlasıyla gerileyerek inanılmaz bir seviyeye düştüğünü fark ediyoruz. Burada hedef; ne Sokrates’in erdemli birey yetiştirme görüşü, ne Platon’un kapısına “Geometri bilmeyen giremez.” tabelası astığı Akademia’nın akılcı görüşü, ne de Sofistlerin eşitlikçi görüşüyle uyuşuyordu. Hakim düşünce tam anlamıyla Hristiyanlığı yüceltmek ve yaymak noktasında şekillenmişti.

    Başlangıçta misyonerlerin kurduğu “Kataşet” isimli okullar bu anlayışın öncü kuvveti olurken, devamında manastırlar görevi devralarak Tanrı’yı odak noktası haline getiren düsturun bayraktarlığını yaptılar. İsmi “Skolastik Düşünce” olan bu felsefe, inançları Hristiyanlığa uygunluk ölçüsünde ele alıp sorgulamadan onaylamayı kendine ilke edindi. İnsanlar kilisenin söyledikleri dışında bir şey bilmiyor, bütün faaliyetlerini kilisenin isteklerine göre ayarlıyordu. Fakat tüm bunların yanı sıra öğrenciler okuma, yazma ve basit hesaplamaları öğrendikten sonra klasik eserler üzerinde çalışarak çeviriler de yapıyorlardı.

    Yavaş yavaş kendi kültürümüze doğru uzanırken Osmanlı Devleti’nden de bahsetmemiz gerekiyor. 1299 yılında kurulup kısa süre içerisinde bir imparatorluk hüviyetine kavuşan Osmanlı, pek çok medeniyetten ve pek çok milletten insanı bünyesinde barındırdığı için çeşitli tarzlarda okullar kurmuştu. Örneğin Müslüman çocuklar ilk aşamada “Sıbyan Mektepleri”nde eğitim görürlerdi. Buradaki eğitim faaliyetleri parasız bir şekilde verilmekle birlikte okulların yanına han, hamam, dükkan gibi gelir kaynakları sağlanan kurumlar yapılır;  öğretmen maaşları, okul giderleri ve diğer masraflar buralardan karşılanırdı. Sınıf sistemi olmadığı için öğrenciler bizzat kendi bireysel hızlarına göre ilerlerdi. Birbirleriyle rekabete sokulmadan, kişisel kapasiteleri ve ilgi alanları ekseninde eğitilerek istihdam edilebilecekleri bir dala yönlendirilirlerdi. Sıbyan Mektebi'ni bitirdikten sonra ise Medrese aşaması başlar, bir üniversite olarak kabul edilen bu kurumlarda oldukça titiz bir anlayışın tedrisatından geçilirdi. 

    Bu noktada Fatih Sultan Mehmet’e de ayrı bir parantez açmalıyız. Kendisi, 1453 yılında İstanbul’u fethettikten sonra şehri bir kültür başkentine dönüştürme amacı güdüp pek çok sanatçıyı ve fikir adamını himayesi altına almıştı. Bunlardan birisi olan ünlü matematikçi ve fikir adamı Ali Kuşçu ise onun için ciddi manada önem taşıyordu. Çünkü Osmanlı’ya devasa bir eğitim yuvası kazandırarak başına bizzat Ali Kuşçu’yu getirmek gibi bir hedefi vardı. Nitekim şehirdeki küçük medreselerin yeterli gelmeyeceğini düşünüp, 1462-1470 yılları arasında Fatih Camii’nin etrafına dördü kuzeye dördü güneye bakacak şekilde 8 adet medrese yaptırdı. Bunlara “Sahn-ı Seman” adını verdikten sonra da planladığı gibi Ali Kuşçu’yu baş müderris olarak tayin etti.

    Fatih Sultan Mehmet
    Fatih Sultan Mehmet

    Sahn-ı Seman’da hem akli bilimler (Matematik, Astronomi, Coğrafya, Tarih, Felsefe) hem de nakli bilimler (Kuran, Hadis, Fıkıh, Kelam,Tefsir) bir arada okutulurdu. Tıpkı Sıbyan Mektepleri'nde olduğu gibi eğitim parasızdı ve hatta öğrencilere belirli miktarda harçlık bile verilirdi. Buradaki eğitim süresi sabit olmayıp mezuniyet durumu öğrencinin bitirdiği eserlere göre belirlenirdi. Müderris, bir kitabın tam anlamıyla öğrenildiğine kanaat getirmeden diğer kitaba geçilmesine müsaade etmezdi. Yani esas olan yıl değil, bitirilen eserlerin içeriği ve sayısı idi. Fatih’in çok yönlü olarak kurduğu bu muazzam eğitim müessesesi, tarihçiler tarafından İstanbul Üniversitesi’nin temeli olarak kabul ediliyor... Uzun yıllar pek çok disiplini bir arada öğretmeye devam ettikten sonra Kanuni Sultan Süleyman dönemine gelindiğinde sadece dini eğitim vermekle görevlendirildi Sahn-ı Seman. Matematik, Fizik, Tıp, Felsefe gibi ilimler ise Kanuni tarafından hayata geçirilen “Süleymaniye Medreseleri"ne devredildi.

    Medreseleri anlattıktan sonra yine Fatih Sultan Mehmet’in kurmuş olduğu “Enderun Mektepleri”ne değinmek istiyoruz. Bu kurum, bizzat sarayın içerisinde yer alarak devlet kadroları için kalifiye memur yetiştirmek amacıyla oluşturulmuştu. Kaideler gereğince buraya sadece devşirilen Hristiyan çocuklar kabul edilir ve özenle yapılan seçmelerde zeka testleri uygulanırdı. Medreselerde okutulan derslerin burada da geçerli olduğunu belirtmekle beraber ek olarak beden eğitimi, Türk örf adetleri, nezaket kuralları ve askeri sporların da öğretildiğini söyleyebiliriz.

    Şatafatlı geçen yükselme devrinin ardından 18. ve 19. Yüzyıla gelindiğinde, Avrupa’nın gerisinde kaldığını fark edip modernleşme faaliyetlerine girişen Osmanlı Devleti; ilk yenilik çalışmalarını orduda gerçekleştirmiş olmasına rağmen zamanla eğitime de yönelecekti. Rüştiyeler, subay okulları, öğretmen okulları, sanat ve meslek okulları açılmasının yanı sıra; özellikle Tanzimat döneminde eğitim alanında pek çok düzenleme yapılarak büyük çabalar sarf edildi. Programlara hayata yönelik dersler koyuldu ve kızlar için ilköğretim sonrası örgün eğitim kurumları ilk kez bu dönemde açıldı. II.Meşrutiyet zamanında ise geleneksel ve modern okullar birleştirilip milli bir sistem oluşturulmasının ardından, ilk laik eğitim yuvaları olan idadiler faaliyete geçti.

    Modernleşme çabaları karşılık bulamayınca oluşan yeni dünya düzeninde ayakta kalmayı başaramayan Osmanlı Devleti, 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk tarafından cumhuriyetin ilan edilmesiyle birlikte resmi olarak yıkıldı. Genç Türkiye adeta bir enkaz devralmış durumdaydı. Toplumun hızlı bir şekilde kalkınabilmesi ve bütün o savaş yaralarını sarıp güçlenebilmesi adına ekonomik, politik ve sosyal yapıda bazı köklü reformlar yapmak gerekiyordu. Bu nedenle eğitimli bireylerin yetiştirilmesi çok önemli bir konuydu devlet için. Öncelikle 3 Mart 1924’te yürürlüğe konan Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile beraber bütün eğitim kurumları birleştirilerek Milli Eğitim Bakanlığı’na devredildi. Oluşturulan bu laik sisteminin ikinci ayağı ise 1928 yılında Latin Alfabesi’nin kabul edilmesi ile gerçekleşti.

    İvedilikle halka okuma yazma ve bu yeni alfabenin öğretilmesi amacıyla ülkenin dört bir yanına Millet Mektepleri açıldı. Devam eden süreçte öncelikle 5 yıl, sonrasında 8 yıl zorunlu eğitim şartı getirildi. Özellikle kırsal alanlarda pek çok okul yapılarak hızlı bir şekilde faaliyete geçmeleri sağlandı. 1950-1960’lı yıllarda ise Türkiye’ye Amerika’dan uzmanlar getirildi ve yeni programlar onlara hazırlatıldı. Bu alanda işin ehli olan Amerikalılar, ülkemizdeki eğitim bilimlerinin gelişmesine çok büyük katkı sağladılar.

     

    Kaynak: Münire Erden, Eğitim Bilimlerine Giriş


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.