“Hırpalanmadan gün ışığında
Papatya kokularıyla ırgalanmadan
Sen yine orda mısın demeden
Sen hala
Sen hala gel demeden
Geliyorum ben sana.”
11 Mart 1927’de İstanbul’da doğup büyüyen şair, Nahide Hanım ve bahçıvan Hasan Efendi’nin oğludur. Çocukluğunda çoğunlukla yalnız olan şair, denizci olarak bilinen İstanbulluların aksine yüzme bilmez, onun yerine balık tutardı.
“Bir incir ağacının üstüne tünerdim bir kuş gibi, orada düşler kurar, gezilere çıkardım. Arkadaşım yoktu denebilir. Kırımsı bir hayat yaşadım orta okula gidinceye değin. Okulum Üsküdar’daydı. Birdenbire denize, çarşıya, kalabalığa açılış oldu. Bunu etkilerini şöyle özetleyeyim: daha çok kıpırtılı bir yaşam düzeyine girdim denebilir. Bu bende geri kalmış, gelişmemiş yahut gizlenmiş diyebileceğim kimi duyguları öne çıkardı. Bir farfaralık da diyebilirim buna. Hemen ardından bir dışa açılma dönemi başlıyor”
Ortaokuldaki Türkçe öğretmenini kendisi için bir şans olarak tanımlayan Eloğlu, onun sayesinde dönemin çok da adı geçmeyen şairlerini tanıma şansını bulmuştu. Oktay Rıfat, Orhan Veli, Sait Faik bu isimlerin başında geliyorlardı. Bir başka şansı ise bu isimlerle tez dostluk kurabilmesiydi. Güzel sanatlar akademisine ortaokulu bitirenlerin alındığı dönemde resim bölümüne kaydını yaptırdı. Kendisini hiçbir zaman başarılı bir öğrenci olarak tanımlamayan Eloğlu, bu dönemde birçok atölyede çalıştı. Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun atölyesi de bunlardan biriydi.
“Babam bahçıvandı. İstanbul’un tüm park ve bahçelerinde emeği geçmiştir. Annem çok güzel nakış işlerdi. Resimle ilgim belki bu etkilerle oluşmuştur. Ne ki, doğru dürüst bir eğitim göremedim.”
Edebiyat hayatına öykücülük ile başlayan Eloğlu’nun altında imzası olan ilk yazısı Uyanış dergisinde yayımlanan “Balıkçı Çocuklar Şehri” dir. Şiirin de öykünün de bir dil işi olduğunu söyleyen şairin ilk şiiri bir yıl sonra “Sabah Şarkısı” ismiyle “Kovan” dergisinde yayımlanır.
“Orhan kemal, Sait Faik, öyküye şiirle başlamışlardır. Oysa ben hikâye yazarak başladım. İlk hikayem 1942’de Servet-i Fünun’da çıktı. Balıkçı çocuklar şehri idi. Nedense sarmadı hikâye ve yine şiire yöneldim. Özellikle şunu belirteyim, ilk yazdıklarım dahil, aşk şiiri yoktu benim serüvenimde. Bunu isteyerek yapmadım. Dostluk, ilişki kurduğum kişiler sol eğilimli kişilerdi. Daha çok ülke yararına bir şiirden yana olmak çabasını gütmeyi yeğledim. Bunun da sonucu şu oldu; ilk kitabım “düdüklü tencere”, tüm bu izlenimleri taşır. O kitaba almadığım birçok şiir vardır ki hala hayıflanırım.”
Metin Eloğlu hakkındaki genel kanı şairliği üzerine olsa da ressamlığı da gayet başarılıdır. Söz gelimi 1967’de düzenlenen 1. DYO Resim Sergisi'nde ve 1976’da yapılan İstanbul Yarımca Sanat Şenliği’nde birincilik ödüllerine layık görülmüşlüğü vardır.
Yazmayı, çizmeyi bunca ciddiye alan, dünyanın en onurlu işi sayan Eloğlu şiire yaklaşımını şöyle açıklıyor:
“Eşim, dostum ile yan yanalığımızda bazı konuları eşelemeyi seviyordum. Daha çok tabii şiirle ilgili olarak. Bunlardan biri de şiirin gerekliliği, önemi idi. Kesin yanıt şöyle geldi, yazılı olarak; şiir olmasa, pek birbirimizi gereğince sevemeyiz. Birbirimizle gereğince kavga edemeyiz, gereğince özleyemeyiz gibi. Şimdi gereğincenin üstüne basarak söylüyorum. Şiir gereklidir anlamı çıkıyor bunda. “
Eloğlu’nun şiiri çıkışından bu yana toplumun merkezindedir. Güncel ya da geçmiş Türkiye’nin herhangi bir sorunu hakkında yazmadığı bir konu yoktur. Şiirleri genelde kendi yaşamından ya da izlenimlerinden beslenerek yazdığını düşündüğümüzde, aslında halkın içinden gelen biri olduğunu görürüz. Kendi açıklamasında “doğal” olarak nitelediği bir suç sebebiyle Diyarbakır Cezaevinde bir süre hapis hayatı yaşayan Eloğlu, bu dönemde yazdığı “kof demirli pencere” şiirini çok sevdiğini söyler.
“…
Benim dilim boşuna kollarım yitik şimdi
Sen doy sen edin sen tadıver
Artanı birikeni bana da yeter
Bölüşmek zaten senin eski işindi
İnceliğini sarsam öpsem yüreğini
Ben buralarda acıktım çok
Karnım pişirdiğin aşla doyar ancak
Senin suyun arıtır kirlerimi
…..”
Konu edebiyat olunca dil konusuna diğer şairlere göre biraz daha fazla değinen şairin bununla ilgili söyledikleri ise şöyle:
“Gerici toplumlarda bu dil sorunu, ya karman çormandır; kuşaklar, sınıfsal katlar arasında genel bir anlatım gücü taşıyamaz ya da salt zorunlu ilişkilerde geçerli bir araç olmakla yetinir. Her iki durumda da düşüncenin değil, katı davranışların buyruğunda yani. Oysa bireysel duyarlığı esner bir düşünce katına ileten, bildirisini dolambaçsızlığı oranında etkin kılan, kişiyi kişi kılan somut bir güçtür dil. Dolayısıyla, durmuş oturmuş bir düşünce geleneği olmayan toplumlarda şiir de bocalıyor, yalnızlaşıyor; giderek keçisi, cumacığıyla, robensonlaşıveriyor bir bakıma. Oysa ıssız ada kaldı mı ki?”
Akademiden sonra aklının fikrinin şiirde olduğunu söyleyen Eloğlu, kendiyle şiir arasındaki bağı “tiryakilik” kelimesiyle açıklıyor. Öyle ki kızına da tiryakisi olduğu şeyin adını koyuyor: Şiir.
Eloğlu şiiri, Türkçe öğretmeninin sayesinde o günlerde tanıdığı Orhan Veli ile, Oktay Rıfat ile şekillenen bir şiirdi. Şiiri sokağa taşıyan edebiyatımızın bu önemli isimlerinin eserlerine baktığımda, Eloğlu’nun daha sokağa yakın bir şiir anlayışı olduğunu söyleyebilirim. Buna dair en güzel örneklerden biri, bende de yeri ayrı olan “hadi uyan” şiirinin son dizeleriyle yazımı noktalıyorum;
“Hadi uyan
Denizi dinle, yaşamak desin
Toprağı dinle, barışmak desin
Göğü dinle, sevişmek desin
Bir plak konmuş gibi gramofona,
İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana
Hadi uyan
Sevdiğim uyan
Ne olur uyan!”
https://open.spotify.com/episode/35dQDXK61Whigw382qIgZO?si=5RP7RDuzR_qOmY0giyPqxg
Yorum Bırakın