(…) Kıskanç bir dal kırılıvermiş,
Ve Ophelia düşmüş bütün çiçekleriyle
Gözyaşları içinde ırmağın
Etekleri açılıp yayılmış da sulara
Bir süre kalmış ırmağın üstünde denizkızı gibi
Başına gelenden habersiz,
Ya da sularda yaşamak için yaratılmış gibi,
Türkü söylüyormuş Ophelia.
Hamlet (William Shakespeare)
John Everett Millais’in Ophelia adlı tablosu Hamlet’in bu bölümünü resmeder. Resimde, sonede olduğu gibi bir keder, melankoli vardır. Öyle bırakır ki kendini suya Ophelia, adeta yaşama arzusundan vazgeçmiştir. Psikojenik, melankolik bir ölüm vardır ortada. Bugün Ophelia’yı, melodisini ve bundan doğan depresyonu anlamakta güçlük çekiyoruz. Kelimenin içini boşalttık, popüler kültürün kurbanı haline getirdik ve üzüntü ile depresyonu karıştıracak raddeye geldik. Lars von Trier’in Melancholia’sı, depresyonun, melankolinin gerçeğine bir geri dönüş daveti. Zira filmin posterinde Millais’in tablosuna doğrudan bir gönderme ile, ana karakterimiz Justine’in gelinlik içinde, elinde düğün çiçeğiyle ırmakta yatması ile karşılaşıyoruz. Böylece melankolimizin söyleyicisi ile tanışmış oluyoruz.
Filmin ilk sahnesinde bir gezegenin Dünya’ya çarpmasıyla Dünya’nın sonunun gelmesini izliyoruz. Daha sonra ise bir çiftin düğününe tanık oluyoruz. Söyleyicimiz Justine, ağır depresyonda olmasına rağmen etrafındakilere mutlu olduğu imajını vermeye çalışıyor ve bunda başarılı olamadığında çevresinden kendisini anlamadıklarını belli eden yorumlar alıyor. Filmin ilk yarısı Justine’in bireysel depresyonuna odaklanırken ikinci yarıda kolektif bir hüzünle, dünyanın sona ereceği gerçeğiyle karşılaşıyoruz ve filmin bundan sonrası Justine’in, kız kardeşi Claire ile olan çatışmasına odaklanıyor.
Melancholia bizi yavaşça bir karamsarlığa, kozmik bir nihilizme sürüklüyor. Anlamlar yüklediğimiz küçük şeyleri teker teker elimizden alıyor. Buna bizi çırılçıplak ve önemsiz hissedene kadar devam ediyor. Film bittiğinde aklımda tek bir soru vardı: Yarın dünyanın sonu gelecek olsaydı, elimizde ne kalırdı? İnsanlığın bütün bilimsel, kültürel mirası yok olacak olsa, tanıdığımız ve sevdiğimiz herkesin öleceğini bilecek olsak; inanç, sevgi, umut ve amaçtan yoksun olsak insandan geriye ne kalırdı? Bu soruları felsefi boyutta düşündüğümde Justine ve Claire arasındaki çatışmayı nihilizmin iki farklı kutbu arasındaki çatışmaya benzetiyorum: kozmik nihilizm ve varoluşçu nihilizm. Basitçe, bu iki felsefi görüş de objektif anlamı reddederken (Dünya’ya bir gezegen çarparken evrenin kaotikliğini ve özsel bir amacın yokluğunu inkar etmek güçleşecektir.) varoluşçu nihilizm anlamı yaratacak olanın insanın kendi olduğunu söyler (Claire’in dünyanın sonunda terasta şarap içmek istemesi gibi), kozmik nihilizm ise her türlü anlamı reddeder (Justine’in Claire’e “Neden tuvalette yapmıyoruz?” yanıtını vermesi gibi). Bu çatışma ile varoluş üzerine büyük sorular soran çoğu sanat eserinde karşılaşmak mümkün. Benim için konuya Lars von Trier’in bakışını farklı kılan, genelde varılan sonucun aksine kozmik nihilizmi galip getirmesi. Von Trier’in filmlerinin geneli, izleyicisini manipüle etmek ve çoğu zaman duygusal olarak yaralamak üzerine kurulu. Melancholia’da ise, empati kurması kolay bir karakter olan Claire’e bağlanan seyircisini durmadan tokatlıyor. Başta Justine’in depresyonunu üzüntüyle karıştıran çevresinin tutumlarını eleştirirken, filmin ikinci yarısında Claire’e -ve dolayısıyla seyirciye- melankolisinin anlamsızlığını tekrar tekrar vurguluyor. Filmin sonunda Ophelia tablosuna tekrar baktığımızda belki de kızın suratındaki ifade bize daha az uzak gelecektir.
Lars von Trier’in kendini filmin felsefesinde belli eden aykırılığı, tekniğine de yansıyor. Filmin ilkyarısı sinematografi açısından oldukça yorucu bir tarz izliyor. Kameranın agresif hareketleri, karakterlerin yüzlerinin yakın plan çekimi, zoomlar ve ani kesmeler ile, von Trier’in kendi tabiriyle “düğün klibi gibi” ki bu teknik seçimin neden yapıldığı, sekansın düğünde geçmesi bakımından pek anlaşılmaz değil. Filmin ikinci yarısındaki geniş açılı sinematografisi ise takdir edilesi bir görsel şölen sunuyor. Özellikle Kirsten Dunst ve Charlotte Gainsbourg başarılı performanslar sergiliyor ve renk paleti filmin dokusuyla tam olarak örtüşüyor. Teknik olarak iyi planlanmış fakat Lars von Trier’den bekleneceği gibi seyirciyi dürtmek, manipüle etmek üzere uygulanmış olduğunu hissettiren bir tarzı var.
Melancholia karanlık ve depresif, fakat içine girdiğimde bana düşündürdükleriyle beni büyüleyen ve bu yüzden kişisel favorim olan sarsıcı, uzun süre etkisinden çıkılmayacak bir deneyim. Yazıyı bitirirken soruyu tekrar soralım: Yarın dünyanın sonu gelecek olsaydı, elimizde ne kalırdı?
(…) Bilinç öyle korkak ediyor ki hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.
Ama sus, bak, güzel Ophelia geliyor.
Peri kızı dualarında unutma beni,
Ve bütün günahlarımı.
Hamlet (William Shakespeare)
👌👌👌