Yıkılmış Kadın: Erginlik Çağı

Yıkılmış Kadın: Erginlik Çağı
  • 2
    0
    1
    0
  •   Gerek tez koşturmacası, gerek alan ile lişkili okumalar derken uzun süreli bir aradan sonra bir incele ile karşınızdayım. Bu noktada bir kitap incelemesi olarak adlandıramayacağım bir yazı ile karşınızdayım. Bir kitabın içindeki bir öykü üzerine aslında bu yazı. Biraz okuyabilmek, okuduğunu sindirebilmek ve bunun üzerine düşünmeyi sağlayabilmek adına yazıldı bu yazı. Umarım beğenirsiniz. Keyifli okumalar!

     

    Simone De Beauvoır’in kitaplarından biri olan yıkılmış kadının beklentimin dışında bir kitap olduğunu söyleyerek başlamak istiyorum bu incelemeye. Normalde yaptığım gibi inceler miyim bu kitabı bilmiyorum ama elimden geldiğince bu kitabı eline alan, almış olan herkesin bir nebze de olsun düşünmesini sağlamayı umut ediyorum.

     

    Beklentimin dışında derken neyi kastettiğimle başlamam daha doğru olacak sanırım. Gerek kitabın ismi gerekse yazarın görüşleri ile ilintili olarak  bu kitabın  kadın mükemmelliğini ya da daha doğru şekilde ifade etmek gerekirse kadın figürünün sahip olduğu güçle ilişkili olduğunu varsaymıştım. Lakin kitap birbirinden çok farklı 3 kadının hayatını irdelerken kusurlarını göstermekte. Öyle ki kitabı okurken hiçbir kadın karakteri sevemeyeceğinize bahse girebileceğim kadar kusurlu kadınlar bunlar. De Beauvoır belki de bu kusurları vurgulamak adına bu üç kadının psikolojik çözümlemelerini, içinde yaşadıkları durumlara getirmeye çalıştıkları çözümleri, bunları hangi niyetle yaptığını sade ama vurucu bir dille anlatmış.

     

    ‘İnsan kimi yerlerinden katılaşır, kimi yerlerinden çürür, ama asla olgunlaşmaz.’ Diye bir sözü alıntılıyor De Beauvoır.  İlk hikayesinde de tam olarak bunu vurgulamak istiyor. Bir anne ve erkek çocuk ilişkisindeki o hassas dengenin bulanıklaşmasını ve ebeveynlerin çocuklarının büyüdüklerinin farkına varmadığı o üzücü andan ve bu anın yıkıcı etkisinden öyle derinlikli söz ediyor ki oturup bu konu üzerine düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Sahi, doğurduğumuz, büyüttüğümüz çocuk bizimle aynı fikirde, inanışta, kariyer planında ya da artık her ne olarak adlandırırsak onda olmak zorunda mı? Oldukları takdirde onlar iyi evlat biz de iyi birer ebeveyn mi oluyoruz?  Ya da şöyle sorayım, evlat evlatlıktan çıkıp birey olmaya çalıştığı için mi bizi bu kadar korkutuyor?  Bir anne,  gelinini neden potansiyel bir tehlike olarak görür? Oğlunun aklını çelecek bir siren muamelesi neden yapar? Yetiştirdiğimiz evlatların kendi başına karar alabileceklerine o kadar mı güvenmiyoruz  ki kendi etkisinden çıkıp ancak başka bir kadının etkisine girdiğinde bizimle zıt fikirde olabileceğine kanaat getiriyoruz. Peki bu vardığımız yargı aslında bizim iyi bir ebeveyn olmadığımızı göstermiyor mu? Zira yetiştirdiğimiz çocuk, belli ki hala çocuk,  ömrünün sonuna kadar girdiği kadın şeklini alan şekilsiz bir varlık. Bizi asıl korkutanın bu olması gerekirken biz hala neden aynı düşüncede, inanışta ya da duruşta olmayı umursuyoruz. Farklı olanın kötü olduğunu, yabancı olduğunu kim söyledi? Tam tersinden korkmamız gerekirken, ilerlemekten neden bu kadar korkuyoruz.  

    ‘Gençliğimde beni öyle çok haksız buldular ki, haklı olmak bana öyle pahalıya mal oldu ki kendimi eleştirmekten tiksiniyorum.’ Diyen bir kadın nasıl bir noktada sırf farklı düşünüyor diye oğlunu haksız bulmayı kendine hak sayar? Çuvaldızı hiç kendimize batırmadığımız, hep başkasını eleştirdiğimiz şu günlerde yıkılmış kadının ilk öyküsü ‘erginlik çağı’ üzerine düşünmek için iyi bir adres. Bir kadının anne olarak, eş olarak kaygılarına  yer verdiği, şahsım adına kitabın en iyi öyküsü olduğunu düşündüğüm bu öykü, anne-oğul-gelin üçgenindeki temel probleme nazikçe değiniyor. Ve maalesef biz hala yetiştirdiğimiz evlatların birer birey olduklarını, fikirlerinin dahası kendi fikirlerimizin bile değişmesinin normal bir durum olduğunu, bunun inançlarımıza ihanet değil ilerlemenin kendisi olduğunu henüz anlayabilmiş değiliz.  Ve dahası, zaman ilerliyor dostlarım! İlerleyen tek şeyin zaman olmasını istemiyorsak, düşünmeyi, incelemeyi ve farklılıkları sırf farklılık olduğu için bile  takdir etmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Zira ancak düşünerek gençleşebiliriz yoksa geriye dönüp baktığımızda 20 yıl önceki sen ile aranda bir farklılık göremiyorsan aslında o 20 yılın pekte bir anlamı olmamıştır.  Ve o 20 yılı yaşayamayanlardan biri olan yıkılmış kadınımızdan alıntı yaparak sizlere veda ediyorum: 'Ardımda bıraktığım hayatın; kıvrımlarını, büklümlerini usul usul keşfederek gönlümce gezinebileceğim bir manzara olacağını hayal etmiştim az çok. Değildi. İsimleri ve tarihleri, önceden bilmediği bir konudaki iyice ezberlenmiş dersini yüksek sesle anlatan bir öğrenci gibi saymaya muktedirim.'


    Yorumlar (1)
    • Okumadan okumuş kadar olmak... Akıcı Bi üslüp, sıkmayan bi yorum, bence kesinlikle bir kitap yazıp bizimde senin yazdığın kitabi yorumlamamıza fırsat vermelisin...

      Yorum Bırakın

      Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.