Buklelerden Doğan Bir Aşk

Buklelerden Doğan Bir Aşk
  • 10
    1
    0
    0
  • Buklelerden Doğan Bir Aşk 


    Herkesin hayatının bir mahvolma anı vardır. Bazıları için bu yeni bir doğuştur, bazıları için bitiştir, bazıları için daha kötüsünü beklemektir. Bana göre ise her hayat mahvolmaya zorunlu tutulan birer akıştır. Mahvolmayan hayatlar görmek zordur bazıları görmezden gelir; bazıları bilerek mahveder başkalarının hayatlarını.  Benim anlatacağım yalnızlaştırılmış bir insanın mahvolması gibi gözükse de bir yerde benim mahvolmamdır.


    Mehmet'le ortaokulda tanışmıştık. Bir memur çocuğuydu benim gibi.  Sınıfa ilk geldiğinde boynu büküktü. İlk bakışta, suçu nedir ki bu denli boynunu büküyor dedim kendi kendime. 

    O gün sıra arkadaşım gelmemişti; öğretmen benim yanıma oturmasını söyledi. Mehmet'se hâlâ kafasını kaldırmıyordu.

    Hoş geldin dedim. İlk kez o zaman gülümsemişti bana bakarak.  Sanıyorum istediği küçük bir hoş geldindi. 


    Mehmet, ela gözlüydü, fakat hiçbir zaman dikkatimi çeken gözleri olmadı. Pek derin bakmazdı zaten. Bir şeylere çok anlam yüklememeyi o gözlerden öğrendim. Fakat saçları her zaman orta uzunluktaydı. Öğretmen, eğer kesmezse sınıfa almam demişti bir defasında. O da bir hafta gelmedi okula. Annesi babası öğretmenle konuşmuş bir şekilde anlaşmışlardı okula gelmesi için. Mehmet, çok anlatmadı bana bunları; ama saçlarının kısalmamasına çok sevinmiştim. 


    Ortaokul bittiğinde, Mehmet ve ailesi gittiler.  İlk zamanlar Mehmet’in yokluğunu çok hissetmedim veya hissetmemek için kendimi çok yordum. Ancak, ortaokuldan liseye geçeceğimiz o Eylül gecesi içimde biraz hüzün, biraz acı, biraz da özlem... Mehmet, beni haftada bir iki sefer arardı çok konuşmazdı. Bense olan olaylardan bahsederdim, yazın gittiğimiz pikniklerden o sessizce beni dinler komik şeylere güler ve kapatırdı. İşte Eylül akşamı ben Mehmet’i çok özlediğimden ona bir mektup yazdım ama gönderemeyeceğimi çok iyi biliyordum. Çekmeceme koydum ve yatağıma gidip uykuya daldım öylece. 


    Lisenin ilk günü ve son gününden bahsedeceğim ilk günü çok fazla arkadaş edindim son günü Mehmet’i özleyerek mezun olmuştum. Lisede Mehmet’i daha iyi anlamaya başlamıştım. Herkesin ama herkesin mutlaka anlatacağı bir şeyi vardır bu hayatta. 


    Biri de durup beni dinlemedi. Herkes anlattı, ne çok anlatacakları şeyler varmış derdim içimden. Dinlerdim meğer Mehmet ne zor bir iş yapıyormuş derdim. Ama Mehmet kadar, sabırlı olamadım. Bir süre sonra yavaş yavaş insanlar tarafından terk edildim. Neden mi? Benim de anlatacak şeylerim olduğu için.


     Bu sürede Mehmet'le yine telefonla görüşüyorduk.  Aynı üniversiteyi tercih etmek istediğimizden bahsediyorduk. Mehmet’in heyecanla anlattığı tek şey buydu. Hepsini kelimesi kelimesine hatırlıyorum:

    “Deniz, bence seninle aynı üniversiteyi tercih etmeliyiz, sen komik şeylerden daha iyi bahsedersin ben de okuduğum kitaplardan...Tabii seninkiler kadar kaliteli olmuyor ama ne yapalım, idare edeceksin.”


    İkimiz de gülerek telefonu kapatırdık. Naif bir gülüşü vardı gülüşü bile ruha ilaçtı.


    Sınava girdik. Benim iyi geçmişti. Arkadaşlarımdan ayrılıp uzaklaştığımda, elimden gelen tek şey, onlara sıkı sıkıya sarılmaktı.


    Mehmet’i aradım hemen. Sesi çok buğuluydu, pek istediği gibi geçmediğinden bahsetmişti. O an üzücü oldu benim için. O an sadece ona kızgındım. İyi yapamamasına kızgındım, beni tek bırakacak olmasına kızgındım. Tercihlerde aynı şehri yazdık ama onun yerleşip yerleşemeyeceğinden çok emin değildim.  Benim tüm umutlarım ondan yanaydı. Tüm umudunun bir insana bağlanması kadar kötü bir duygu tatmamıştım bu yaşıma kadar.  Kendime itiraf edememiştim bunu. Fakat sonuçların açıklandığı gün içimdeki umut yeniden yeşerdi. Mehmet, İstanbul Üniversitesi matematik bölümünü kazanmıştı ben de aynı üniversite de hukuk fakültesini kazanmıştım.


    Mehmet’in sesinden çok da mutlu olmadığını anladım. Keşke bir yıl daha hazırlansaydım dedi. Ama seninle tekrar görüşeceğim için mutluyum kısa zamanda İstanbul’da olman için sabırsızlanıyorum dedi. Bencilliğimden utanmıştım o dakika, acaba konuşup gelmemesini mi söyleseydim? Bunu hâlâ düşünürüm. Buna rağmen söylemedim. Korktum, arkadaşımın gelmemesinden korktum. Yaşadığım minnacık şehirden İstanbul’a gelmiştim. Bizimkiler artık tek başıma işleri halledebileceğimi düşünüyorlardı. Ben bir şeylere hazır mıydım? Onu da bilmiyordum. 


    Mehmet' le burada buluşacaktık tam burada. Tren garında onu bekliyordum. Çok uzun zaman geçmişti aradan. İçimden ya beni eskisi gibi görmüyorsa diye düşündüm o gelene kadar, bin bir türlü senaryolar kurdum kafamda. 


    Zaman çok yavaş ilerliyordu. Bir an beni almaya gelmeyeceğini düşündüm. Sonra bir on dakika daha geçti. Kesin beni unuttu dedim. Tam yirminci dakikada karşımdaydı Mehmet. Hayatımda yaşadığım en güzel duyguydu.


    Ortaokuldaki halini hatırladım bir an yaklaşırken, gülümsedim o da gülümsedi; acaba aynı şeyleri mi düşündük? 


    Saçları aynıydı hafif uzun ve simsiyah, boyu çok uzamıştı, burnu hafif biçimsizdi ama nedense ona çok güzel bir hava vermişti. İyice yaklaşmıştı bana ortaokuldaki o gülümsemesiyle yanımdaydı Ne yapacaktım peki? Yanıma gelmişti işte gülümsedim ve sarıldım çok uzundu ama benim için eğildi göğüsü kocamandı. Sanki sığınsam oraya hiç kimse beni bulamazdı. O da sarıldı bana kollarının sıcaklığını hissettim başımı boynuna koydum ve biraz öyle kaldık. 


    Tren garında alışılan bir hâl olduğu için çok dikkat çekmiyorduk. Yavaş yavaş birbirimizden ayrılmamız gerektiğini biliyorduk. Yavaşça başımı çektim ondan ve ilk kelimeleri o söyledi. “Bu sefer hoş geldin deme sırası bende sanırım. Hoş geldin iyi ki geldin.” dedi.  


    O zaman anlamıştım hoş geldin, demenin ikimiz için de bir şeyleri düzeltme etkisinin olduğunu. Annem, benim için çok küçük eşyalı bir daire bulmuştu; oraya yerleşecektim. 


    Mehmet'se bana yardım edecekti taşınmam için. Gardan çıkıp bir taksi tuttuk Mehmet, eşyaları bagaja yerleştirip yanıma oturdu. Ben, şoföre adresi söyledikten sonra yolun uzun olduğunu anlamıştı ama nedense yolun uzun olması ikimizin de hoşuna gitmişti. O an sadece gülerek bir şeyler anlattığını hatırlıyorum. Unutamadığım tek şey ise o an içinde gülerken buklelerinden birini elimle tutup kulağının arkasına atmam oldu. Sanırım bunu o da beklemiyordu açıkça söylemek gerekirse bunu ben de yapacağımı zannetmiyordum; ama o an için hiçbir zaman pişman olmadım işin garibi o ne kadar utanmış olsa da ben hiç utanmamıştım aksine mutluydum. Eve geldik annem benim için her şeyi uzaktan halletmişti sadece bana kitaplarımı, kıyafetlerimi yerleştirmek ve bir de gün sonunda yiyecek bir şeyler almak için alışverişe çıkmak kalmıştı. Bunların rahatlığıyla kanepeye kuruldum hemen. Mehmet uzaktan beni izliyordu. Bakışları bana her şeyi anlatıyordu aslında birinin bakışlarından bir şeyler anlamayı Mehmet'le öğrendim. Mehmet’in bakışları bana; o kadar yoldan geldin birbirimizi bulduk, sen sadece uyuyacak mısın? der gibiydi.  Ne yalan söyleyeyim tam da aklımdan geçen buydu ama biz birbirimize karşı fedakar olmak zorundaydık. Kalktım karşı kanepede oturan arkadaşıma baktım. Hadi mutfağa gidelim dedim. Annem kesin çay bırakmıştır mutfağa, çay yapalım. İlk defa biri, çay yapalım dediğim için çocukça bir sevinçle kabul etti. Güzel bir çay yaptım demlenene kadar konuşmadık.


    Kendisi kurabiye almak istedi sanırım bakışmalardan utanıyordu. En az onun kadar ben de suskunluktan utanıyordum. Kabul ettim.  Kurabiye almaya gitti, ben de çayı demledim. Annem o kadar çok bardak koymuştu ki rafa, hangisini alacağımı şaşırdım.


    Mehmet de birazdan gelir nasılsa. Bardak seçmek için bu kadar zorlanamam, dedim. Hadi Deniz, seç bir tane! En sonunda başardım seçtim ve kısa bir süre içinde o da geldi gülümsemesiyle. 


    Bir şey olmuştu bende, ilk kez bir erkeğe karşı kalbimde bir sıcaklık hissettim. Ortaokulda en sevdiğim damla sakızlı kurabiyeyi almıştı. O gün uzun uzun konuştuk. Gün akşam olmuştu. Yemek yedik. Yemekten sonra sohbetimize devam ettik. Bu sefer o, çay demlemeyi teklif etti. Ben de onun ellerinden çay içmek istemiştim. O yüzden teklifini kabul ettim. O gece ben de kaldı. O salonda uyudu ben de odamda. Gece boyunca aklımda yanına gitmek vardı fakat gitmedim ve uyudum. O günden sonra Mehmet'le her gün görüştük okul başlayana kadar. 


    Lisede yaşadığı haksızlıklardan bahsetti. Ona uygulanan kötü davranışları anlattı. Ama ben artık yanındaydım ne ona ne de bana kimse zarar veremeyecekti. Birbirimizi koruyacaktık. Okulun başlamasına bir gün kalmıştı. Mehmet artık kendi evine çok az gidiyordu genelde benimle kalıyordu. Mehmet’in ailesiyle derslerimiz başlamadan birkaç kere görüştüm. Annesi ve babasının yaşlandıklarını ilk görüşte fark etmiştim. İlk tanıştığımızda Mehmet’in babası Kemal Amcanın kumral saçları vardı.  O zaman da aralarındaki beyazlar çok dikkat çekmeye başlamıştı. Mehmet’i böyle görmekten mutlu olduklarından bahsettiler. Demek ki Mehmet kadar onlarda zor günler geçirmişlerdi.  


    Günler hızla geçmeye başlamıştı bizim için. Üniversitede ortak bir arkadaş grubumuz vardı. Mehmet, pek konuşmaz, daha çok dinlerdi. Herkes gidip, biz baş başa kalınca evimizde konuşurdu. O konuşunca, susar onu dinlerdim. Benim suskunlaştığımın farkına varınca, kendinden sıkılır, beni dinlemek isterdi.


    Bir gün dersten erken çıkıp onun dersine girdim, amfide yanına oturdum. Tam ilk günkü gibiydi her şey fakat bu sefer saçına dokundum ve kulağının arkasına attım saçlarını. Sıcak bir gülümsemeyle bana baktı. Mezun olmamıza bir yıl kalmasına rağmen Mehmet ile halen ne olduğumuzu bilmiyorduk. Aşık mıydık? En yakın arkadaş mı? Bunların hiçbirini bilmiyordum. Ama bu hali hoşuma gidiyordu, bir şeyleri nitelendirmemek başkalarının nitelendirdiği duygularla değil, kendi duygularımızla bir yolda ilerlemek güzeldi. 


    Bu süre içinde aynı evde yaşadık. Her sabah o çayımızı demler, oturduğumuz evin altındaki pastaneden sevdiğim simitlerden alıp gelirdi.  Sanırım o da bu durumda hoşnuttu. Fakat bir gün mezun olmamı belirleyecek son sınavı geçtiğimi öğrenince beraber İzmir’e gitmeyi teklif etti. Üniversiteyi okuduğumuz süre boyunca İzmir’e çok gidip geldik. Urla’da sevdiğimiz bir mekan da arkadaşlarımızla oturduğumuz sıcak yaz akşamlarını hep severdik. Bu sefer baş başa olacaktık.


    Yolda sevdiğimiz şarkıları dinledik, üniversitenin bitmesi bizi üzse de yeni bir yola girecektik ve belirsizliğin benim kadar onu da korkuttuğunu anlamıştım.


    Butik bir otel bulup, eşyalarımızı yerleştirdik. Akşam olmuştu ve yemeğe gidecektik o gün serin bir hava vardı. Yazın bunaltıcı havasından eser yoktu. Soğuk akşamları hatta soğuk günleri her zaman sıcak günlere tercih ederim. O akşamın soğukluğunu Mehmet bitirecekti. Otelde hazırlanıp çıktık. Deniz kenarından ilerledik ve restorana gidene kadar hiç konuşmadık. Sadece elimi tuttu nedense. Bu tutuş beni müthiş mutlu etmişti. Ben de sıkıca tutundum ona, içimde o an öyle bir sevgi aktı ki ona sarılmak istedim ama bunu yapmadım. Eğer bana o fırsat şimdi verilseydi bir an bile beklemezdim.  Restorana gelmiştik, oturana kadar elimi bırakmadı. Yemeklerimizi ve rakımızı söyledik ben annemin bana öğrettiği gibi rakımı genelde çayla içerdim. Mehmet için bu hep garipti. Bildiğim güzel şeylerden biri de birinin garipliklerinizi sevmesiydi. Yemeklerimizi yedik. Rakılarımıza hâlâ devam ediyorduk mezeler masadaydı. O an cebinden bir mektup çıkardı. Ne olduğunu pek anlamamıştım başta. Bana mı yazmıştı yoksa başka bir şey miydi bilmiyordum. Beyaz tabakların arasından üzerinde Mehmet’e yazılı mektubu bana bakarak uzattı ve şunları söyledi;

    “Demek bana ortaokulda mektup yazdın.”


    Yüzünden o çocuksu gülüşü atamıyordu, birazda böbürleniyordu tabi. “Mektup yazılmayacak adam da değilim hani.” dedi gülerek.


    Ben hâlâ o nasıl eline geçti, neler oldu, anlamaya çalışıyordum.

    Anlatmaya başladı;


    “Biliyorsun annen beni çok sever, arada bir konuşuruz senden, benden... Biraz kendisinden biraz hayattan arkadaş olduk böylece. Eski evinizden taşınırken bu mektubu bulmuş o kadar kuytu köşeye saklamışsın ki ancak taşınırken çıkmış ortaya. Beni aradı annen. Sana bir mektup var dedi. E ben de hakkım olarak mektubu istedim. Sonuçta bana yazılmış değil mi? Mektubu aldım. O yaz eğlenmene o kadar kızıyordum ki ben yalnızlıkla boğuşurken senin arkadaşlarına yüzmeye gitmene, oyunlar oynamana... Sanırım sana ilk ve son kırgınlığım bu mektupla oldu. Sen de beni özlemişsin, üzülmüşsün. Üzülmene sevinmedim tabi ama yine sen beni anlamışsın Deniz. Bilmiyorum belki kızdın bana, belki okumamam gereken bir mektuptu bu; ama okudum umarım beni affedersin. Bu benim elime sene başında geçti ve o günden beri aynı şeyi düşünüyorum.” Bu sözleri çok büyük bir heyecanla dinlemiştim kalbim o kadar hızlı atıyordu ki sanki maraton koşucusuydum. Ama sonradan gelen sözler kalp ritmimi normalleştirmişti. Sözlerin duyabildiğim aslında duygulanmaktan yarısında böldüğüm sözleri şöyleydi;

    “Sana uzun zamandır düşünüyorum desem yalan söylemiş olurum. Bu mektup elime geçtiği an kararımı vermiştim fakat hayatını etkilememek adına ikimizin de mezun olmasını bekledim. Bir süredir seninle ortak bir hayatımız var sende biliyorsun ki sana aşığım eğer istersen...”. 


    Sözlerini tam anlamıyla duyduğum kısım buraya kadardı. O Eylül evlenmiştik. Pek paramız olmadığı için nikah kıymıştık. Birkaç yakın arkadaşımız geldi, birkaç aile dostumuz ve ufak pürüzlerle ikimizde evliydik.


    Ne kadar uyum sağlıyorduk bu hayata bilemiyorum ama ikimizde gördüğümüz kötü evlilikler gibi olmasın diye çok çaba sarf ediyorduk. Ben bir hukuk bürosunda işe girmiştim yorucuydu ama yine de memnundum. Ama işler Mehmet için aynı değildi. İlk başta özel ders vermeye başlamıştı sevdiği bir iki öğrencisi vardı güzel gidiyordu başlarda. Ta ki bir özel okuldan teklif alana kadar. Okula gidip gelmeye başladı ilk haftalar iyi gibiydi. Sonra her şey bir anda zorlaşmaya başladı onun için. Eve gelip yemeğimizi yapardık bir şeylerden bahseder, çayımızı demlerdi Mehmet. Ardından sevdiği şiirleri bana okurdu. Bazen arkadaşlarımız gelir yine sessiz sesiz dinlerdi. Ama okula gidip geldikçe artık hiç konuşmamaya başladı. Yemeğimizi yapar, bana gülümseyip iyi geceler der uyurdu. 


    Bir gün ağlarken gördüm onu. Neler olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Mehmet'le konuşmaya çalıştım ama nafileydi. Ertesi gün Mehmet işe gittikten sonra ben de okula gitmeye karar verdim. Belki okulda bir sıkıntı vardır diye düşündüm. Arabayı sürerken içime bir sıkıntı düştü. Camı açtım. Nefes almaya çabalıyorum fakat olmuyordu. Zar zor okulun önüne geldim. Okulun önünde büyük bir kalabalık, kalabalıktan daha da fazla dikkatimi çeken bir ambulans vardı. Ardından polis arabası geldi. Bazen bir anı dondurmak istersin, o anı yaşayabilecek gücü toplaman gerekir. Okulun içine girmeye çalıştım fakat polis izin vermedi. Sonra müdür beni gördü. İçeri girmem için polislerle konuşuyordu. El kol hareketlerinden bunu anlamıştım. Sürekli ambulansı gösteriyordu. Sonra beni işaret ediyordu. Bu anı nasıl yaşadım halen bilmiyorum. Polis beni içeri aldı ve Mehmet’i gördüm ambulansın içinde.


    O an tüm geçmişimiz gözlerimin önündeydi. Tüm gülüşmeler, tüm zorluklar, tüm sıradan günlerimiz ama sadece acı hissediyordum. Hastaneye geldik. Müdür, bana olan bitenden bahsediyordu o anlatmaya başlamadan ağlamaya başlamıştım zaten. Mehmet çok konuşkan olmadığı için öğretmenler odasında dalga geçmeye başlamışlar. İlk başta Mehmet’i içine katarak ardından yalnız başlarına bu konuşmalar devam etmiş. Öğretmenler Mehmet’in adını “Garip Matematikçi” takmışlar. Öğrencileriyle derslerde arkasından gülmüşler. Artık öğrencilerde işin içindeymiş.  O gün öğretmenler odasında Mehmet dayanamamış ağlamaya başlamış, garip bakışlara maruz kalmış. Hiç ağlayan birini görmemişçesine hiç kimse yanına gitmemiş. Aşağılık bakışlarıyla odadan çıkmışlar. Kısa bir aradan sonra odadan derse girmek için çıkmış. Öğretmenlerden biri arkasından “Hocam öğrencilerin yanında ağlamayın, her okula bir tane sizden yeter.” demiş.

    Mehmet öğretmene saldırmış. Kavga esnasında kafası çok sert bir şekilde kalorifer demirine çarpmış. Beyin sarsıntını geçirdiğini hastaneye gelince öğrendim.  Dört gün yoğun bakımda kaldı. Ardından beni terk edip gitti. Tanrı Dünya’yı altı günde yarattı fakat benim dünyam dört günde darmadağın oldu.


    Evimize gidemedim, bir süre neye gidecektim ki zaten deyip durdum kendime. O evden çıkmaya karar verdim. Eşyalarımızı almaya gittim. Sanki yüreğim buz gibiydi. Mehmet’leyken yüreğim sıcacıktı. Bu sıcaklık bazen fazla gelirdi. Ama şimdi üşüyordum. Eve gittim odamıza geçtim. Dolaba gittim kazaklarını koklamak istedim. Bir ceketini elime aldım sarıldım ona saçlarından bir tutam alıp kulağının arkasına atamayacaktım. Herhangi bir ceketti, sadece bir gün kokuları da gidecekti, elimde kalan sadece birkaç parça eşya olacaktı. Cebinde bir şeyler vardı. Kurcaladım biraz. Benim ismim yazan bir zarf buldum. Bana mektup yazmıştı. Okumaya başladım: 


    “Merhaba Deniz;

    Bizim anahtar kelimemizle selamlarsam seni "Hoş geldin". İlk hoş geldin demeni hatırlıyorum. Ne utanmıştım senden ufak tefek bir kız çocuğuydun. Halen daha ufak tefeksin gerçi. Sahi sen hiç büyümeyecek misin? Tamam sinirlenme. Sen bana mektup yazarsın da ben yazmaz mıyım? Bilmiyorum kim bilir ne zaman eline geçer. Umarım annem bir yerlerde bulur da sana verir için rahatlar. 


    Biliyorum, annene halen kızgınsın o mektup meselesinden dolayı ama kızma, sen hep gül. Bugünler de zor şeyler yaşıyorum Deniz. Biliyorum sen de farkındasın. Bakışlarından anlıyorum öyle derin bakıyorsun ki anlamamak elde değil. Bakışlarını neden bu kadar iyi biliyorum biliyor musun? Çünkü hayatta ilk kez biri bana herhangi biriymişim gibi bakmadı. Bir anlamım vardı artık. Kafasını çevirip giden biri değildin sen. Lise herkes için ne kadar güzelse ne kadar anı doluysa benim için bir o kadar zordu. Okuldan eve gelince gözüm hep telefondaydı. Çünkü sen arayacaktın. Beni hiçbir zaman yalnız bırakmayan arkadaşım. Bana o tren garında sarılmıştın hatırlıyor musun? Deniz sen benim ilk hoş gelenimsin. Cemal Süreyya ne demiş 

    “Ben senin;

    Sevgilin, eşin,

    Baban, ağabeyin,

    Arkadaşınım.

    Biri bitse biri kalır

    Seni hiç bırakmayacağım.’’ 


    Biliyorum belki bir gün bana olan aşkın bitecek. Ama şunu da biliyorum biri bitse biri kalır. Seni çok seviyorum. Umarım bunu, beni çok utandırmadan okursun.” 


    Mektubu ağlayarak okudum ve beraber uyuduğumuz yatakta son bir kez Mehmet’e baktım gözlerimi kapatıp. Saçlarından bir tutam aldım kulağının arkasına koydum. Gözlerimi açtım. Tavana baktım ve mektubu göğsüme koydum. Ve aklıma Gülten Akın’ın şu dizeleri geldi. 


    “Ah, kimselerin vakti yok

    Durup ince şeyleri anlamaya”


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.