Veronika aylardır bu intiharı planlıyordu. Ölmek için bir sürü yol gelmişti aklına. Yüksek bir binanın tepesinden atlamak, kendini vurmak, bileklerini kesmek... Fakat hiçbirini tercih etmedi. Dört kutu antidepresanı büyük bir bardak suyla teker teker içti. Bütün hapları ezip suyla karıştırmayı da geçirdi aklından ama tek tek içmenin daha doğru olduğunu düşündü. Çünkü bu plandan geri dönebilme özgürlüğüne sahip olmayı istiyordu.
İntihar için somut bir sebebi yoktu, son derece normal bir hayat sürdüğüne inanıyordu. İlla bir sebep istenirse öne sürebileceği iki şey vardı. Birincisi hayatının tekdüzeliği ve bir yerden sonra devamlı kötüye gideceğine dair inancı; ikincisi ise dünyada olup biten her şeyin yanlış olduğu ve bunları değiştirmek için hiçbir şey yapamayacak olduğunu düşünmesiydi. Karamsarlık ve umutsuzluk içinde bir yaşam sürdürmektense kolay yoldan özgürlüğüne kavuşmuş olmayı diliyordu.
Olaylar beklediği gibi gitmedi ve Veronika gözlerini bir akıl hastanesinde kablolara ve aletlere bağlı bir biçimde açtı. Hevesle beklediği son bu değildi. Hayattaydı. Kısa bir süre sonra Dr. İgor, onu bir şekilde kurtarabildiklerini fakat yuttuğu ilaçların kalbini çok yorduğunu ve bu yüzden bir haftalık ömrünün kaldığını söyledi. Veronika bir an önce ölmek isterken, şimdi yine ölümü beklemek zorunda olduğunu öğrenince sarsıldı. Aklından o hastaneden kurtulup bir şekilde tekrar ölme yolları aramayı geçirdi. Fakat bir hafta sonra istemese dahi öleceğini bilmek onu bir ikileme sürüklemişti. Şimdi, aylardır kavuşmayı beklediği ölümden korkuyordu. Bu sefer sonucu değiştirme özgürlüğüne de sahip değildi. Ölecekti.
Veronika bu ikilemler arasında sürüklenirken hastanede geçirdiği günlerde yeni insanlarla tanıştı. Kimi patolojik hastalıklar sebebiyle oradaydı, kimi ise tedavisi bittiği halde orada kalmayı sürdürüyordu. Akıl hastanesine düşen birinin iyileşse dahi diğer insanlar tarafından "deli" olarak damgalanacağını ve devamlı dışlanacağını, anormal algılanacağını iddia ediyorlardı. Bu duvarlar içerisinde ise ne yapsalar yadırganmıyordu. Toplumun dayattığı roller, normlar, kurallar burada yok sayılıyordu. İnsan burada "kendi gibi" olabiliyordu.
Veronikanın tanıştığı yeni insanlar onu bambaşka bir içsel yolculuğa sürüklemişti. Şimdiye kadar kendi hayatı üzerinde hiçbir kontrolü olmadığını, hep başkalarının beklentilerini karşılamak ve onları memnun etmek adına seçimler yaptığını fark etti. Başkalarının memnuniyeti üzerine o kadar kafa yormuştu ki, hayattan ne beklediği ya da ne istediği konusunda hiçbir fikri yoktu. Bunca zaman hep başkaları için yaşamıştı ve kendi için yaşamak adına çok kısıtlı bir süresi kalmıştı. Hayatı bu farkındalıktan sonra gözüne daha boş, daha anlamsız geldi. Şimdiye kadar göz ardı ettiği tutkulu yaşama sonunda kavuşma kararı aldı. Fakat bu yeniden bir ikilem doğuruyordu. Geç kalmışlık hissi ve ölüm korkusu Veronikayı ilk kez ziyaret etmişti. Bu hisler hiç tanıdık değildi.
Veronika bu girdapta sürüklenirken bilmediği bir gerçek vardı. İçinde bulunduğu durum Dr. İgor'un gerçekleştirmiş olduğu bir deneyden ibaretti. İntihara teşebbüs ettiği için akıl hastanesinde tedavi altına alınmasına kadar her şey doğruydu. Fakat Dr. İgor etikten yoksun ve rızasız bir biçimde genç kızın üzerinde ölümü yaklaşan insanların davranış biçimleri ile ilgili bir deney gerçekleştiriyordu. Veronikanın vücuduna her gün çeşitli sıvılar enjekte ediyor ve bu sıvılar kalp ve kas kasılmalarına sebep olarak Veronikayı gerçekten öleceğine ikna ediyordu. Bütün bunlardan habersiz olan Veronika ise kalan son günlerini tutkudan gözleri kararana kadar dolu dolu yaşamak için hastaneden kaçmayı bile göze alacaktı.
Şimdi en baştaki soruya dönelim. "Veronika gerçekten ölmek istiyor muydu?"
Gerçekten ölmek isteyen biri, ölümü şansa bırakır mıydı? Neden yüksek bir binadan atlamayı tercih etmedi? Neden kendini hızla giden bir trenin altına atmadı. Neden hapları teker teker yutarak vazgeçme özgürlüğünü elinde tutmak istedi? Bu aslında kendine yönelik bir yardım çığlığı olabilir miydi?
Kötü olduğuna inandığı, bencil ve aç gözlü insanlar arasında yaşamak, dünyadaki tüm kötülüklere şahit olmak ve bunları değiştirmek adına hiçbir şey yapmıyor olmak artık katlanılmaz bir hal almıştı Veronika için. İntiharı planlaması aylarını aldı, kendine yakışır bir ölüm arzuluyordu. Hiç kimseye askıntı olmadan dünyadan silinip gidecekti. İntiharı kullanma sebebi diğerlerine "Ben buradayım." demekti. Şimdiye kadar hiç kendi olamamıştı. Başkalarının memnuniyetiyle ilgilenmek, dışlanmamak ve hor görülmemek için yozlaşmış toplumun bir parçası olmak midesini bulandırıyordu. Kendi isteklerini, beklentilerini, arzularını hiç sorgulamamıştı. Kendini hiç tanımamıştı. Kukla gibi bir yaşam sürüyordu, kontrol hep başkalarının elindeydi. Hiçbir zaman kendi olamadı. Kendi hayatının kontrolünü bir türlü eline alamıyor, kendi hayatını yönetemiyordu. Bu yüzden kendi intiharını kendi yönetmek istedi. İlaçları teker teker içti. Kendi hayatı üstünde kurduğu ilk kontrol buydu belki de. Onun istediği gibi olacaktı bu sefer. Vazgeçme lüksü vardı.
Veronika vazgeçmedi. Ama ölmek de istemedi. Mide ağrıları içinde kıvranıp kendinden geçerken aklından geçen son şey "Kusarsam ölmem." olmuştu. Hastaneye düştükten sonra bu sefer yalanlar üzerine kurulu olsa da, gerçek bir ölüm tehdidi ile yüzleşti. Ölüm bu sefer kaçınılmazdı. Kontrol edilmezdi. Üstelik yavaş yavaş eriyip gidecek, acı çekerek ölecekti. Veronikanın kazandığı farkındalıkla geçmiş hayatının ne kadar anlamsız olduğu duygusu çöktü üzerine. Hissettiği bu varoluşsal ağrı ona fiziksel ağrılarından daha ağır geldi. Son bir haftası kaldıysa, bu bir haftayı kendi istediği şekilde geçirecekti. Deliler gibi gezecek, deliler gibi içecek, deliler gibi sevişecekti. Her anını bir saniye sonra ölecekmiş gibi tadına vara vara yaşamaya karar vermişti.
Gerçekten bunun için bir ölüm tehdidi mi gerekliydi? Ya da deli olmak? Varoluşsal yaklaşıma göre ölüm kaygısı insanın seçimleri ve özgür iradesi ile ölüme giden bu yolda yaşama anlam katan bir unsurdur. Irwin Yalom, ölümü inkar etmenin ve bu kaçınılmaz sonu yok saymanın insanda bilinçsiz bir kaygı yarattığını ve bu kaygıdan kurtulmak için kişinin ölümle yüzleşmesi ve ölümün farkında olarak yaşaması gerektiğini öne sürmüştür. Yalom'a göre varoluşunun bir yerde sonlanacağını bilen insan geçmişe ve gündelik hayattaki olumsuzluklara takılmayacak, arzu ve beklentilerini ertelemeyecek, elindeki imkanlar dahilinde otantik bir yaşam sürecektir.
Veronika hayatı boyunca sorumluluktan kaçmıştı. Şikayet ettiği hayatı değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemiş, sadece memnuniyetsizce oturup beklemişti. Ölümle yüzleşmek ise onu anlam aramaya, kendini bulmaya itti. Kalan son günlerini kendisine dayatıldığına inandığı kişilikten sıyrılarak istediği şekilde değerlendirme cesareti buldu. Mutsuzluktan kurtulmak için sorumluluğu dışsal faktörlere yüklemek daha kolaydı. Buraya kadar kaçabilmişti. Sorumsuzluğu ile yüzleşip kontrolü eline aldığı zaman ise, ilk kez kendi olabildi. Hayat gözüne daha yaşanılası gelmeye başladı, çünkü ilk kez hissediyordu yaşadığını. Yaşam da, ölüm de ancak kendi olabildiği zaman anlamlı kazandı. Yalom'un da dediği gibi "Ölümün farkına varmak; bir uyanış deneyimi, büyük hayat değişiklikleri için bir katalizör olabilir."
Tuba Orta
Yorum Bırakın