Bunlar birinin ayrılığını dileyip de ağaca çaput bağlarlar. Şükürleri kendilerinedir ve dua etmeyi de bilmezler. Bir şeyi hakikaten uğraşıp, terleyip ve iyice yorulup almadıkları ellerinden neler neler geçer de, bir gözyaşı silmemişlerdir. Bunlar dindirmeyi değil, ağlatmayı bilirler.
Bunlarla kavga edemezsiniz. Çünkü merhametsizleşmişlerdir. Kendi bildiklerinde diretmek, kendilerini haklı çıkarmak için uğraşırlar. Güveneceğiniz bir akla, ahlaka yahut şuura sahip değillerdir ve yine de fütursuzca ve sinsice saldırırlar. Sizden de aynı kudurmuşluğu beklerler. Bir kez bile gerçekten boyun büküp af dilemedikleri gururlarını her yerde gösterirler de, bir özrü içlerine sindiremezler. Bunlar gururlarına muktedir olmayı değil, iktidar olmayı bilirler.
Bunların asaleti, kazıdığınızda dökülüp bir avuç pislik olacak yaldızdan ibarettir. Bir şey üretmenin, keşfetmenin ya da icat etmenin, insanlığımızın en asil tarafı olduğunu fark etmeyecek kadar basittirler. Sadece tüketirler. Her şeyi ama her şeyi tüketirler. Bu yüzden, bunlarla oturup bir ezgiyi konuşamazsınız. Bu yüzden, bunlarla bir barajın yapımını, bir tuğlanın pişirilmesini, bir üç eteğin kalıbını konuşamazsınız.
Tatbiki değil, nazarilerdir. Okulda verileni alırlar ve daha ötesine geçemezler. Her şeyleri krokiler, formüller, karekökler ve rakamlar gibi soğuktur. Bir demirci ile kaynak çapağının hikâyesini konuşmadan mimar olurlar. Bir gobitçi ile soğan-yumurta aşkını paylaşmadan halkla ilişkiler uzmanı olurlar. Bodrumunda, geçen kışın kömürünü kazıyıp kovasına dolduran bir baba ile tanışmadan ekonomist, bayatlamış simitlerini sayıp zararını hesap eden bir çocukla öfkelenmeden iktisatçı olurlar. Falanca marka, filanca ikona diye gezerlerken, bütün birikimleri filesini kıt kanaat dolduran bir dul aylıkçısının, akşam yemeğine ayıkladığı pirincin taşları kadardır.
Canlıyı sevmezler. Sözgelimi kediler, köpekler, çiçekler… Temiz hava, yıldızlı bir gök, köpük köpük bir deniz ya da nefes nefese tırmanılan bir yaylayı sevmezler. Fakat doldurulmuş bir ayıcığa bayılırlar. Parlak bir kol düğmesine dünyanın parasını dökerler. Bunlarla oturup, bir saksıdaki yarım avuç toprakta yeşeren iki nohut tanesini, hayretle seyredemezsiniz. Koyu gökten bir yıldızı seçip bizim diyemezsiniz. Bunlarla türkü söyleyemezsiniz. Bunlarla bir fidan dikemezsiniz. Yorgunluğun canlılığını bilmezler. Yorgunluğun bir bardak çayını, yorgunluğun diz ağrısını, yorgunluğun kalp ferahlığını bilmezler. Ölü bir dinginlikte, her günü cansız, fersiz, aynı yaşarlar.
Sadece gazete okurlar ve bu yüzden unutkandırlar. Hayatı, insanları, olayları ve zamanı; başkalarının gözünden ve başkalarının yorumlarından öğrenirler. Hiçbir gözün, kendi gözleri kadar çırılçıplak göremeyeceğini bilmezler. Hiçbir işittiklerinin, kendi kulakları kadar saf duyamayacağını bilmezler. Her saniye azalan zamanı ve içinde barındırdığı milyonlarca ayrıntıyı, gazete sayfalarındaki fotoğraflardan, manşetlerden ve köşedeki kalemlerin algılarından edinirler. Bunlarla oturup kitabı konuşamazsınız. Ayakkabılığa yerleştirdiği ya da köşe bucakta biriktirip en sonunda kapı önüne koyduğu gazetenin, ince bir kitap kadar bile değerli olmadığını konuşamazsınız. Her bir gazetenin, daha okuduğu an eskiyip giden bir şeyleri anlattığını ama cesur bir kitabın, yüzyıllar sonra bile hala susturulamadığını anlatamazsınız. Pazar günü göl kenarında sakin bir kahvaltı ile gazete keyfi yapmayı bilirler de, gece beş kitap sayfası ile uyuyakalmanın tadını yaşayamazlar.
Bunların aşkı veresiyedir… Peşin peşin güvenmezler, güvenemezler bir kalbe. Sorgularlar, doğrularlar, sağlamasını yaparlar. Kendilerini bir kale, karşılarındakini bir fatih görürler. Ve amansız bir müsabakadır bunlar için aşk. Bir rekabet, kansız bir savaş, ezici bir mücadeledir. Aşkın; hesapsız bir teslimiyet olduğunu çoktan unutmuşlardır. Aşkın; başkasında kendiniz olmak olduğunu bilmezler. Bunlar için aşk; herkesinki gibi ve herkesinki kadardır. Onurlu bir ayrılığın, ahlaklı bir vedanın bile önemi yoktur bunların aşkında. Aşkı; anlaşabilmek ve anlaşılabilmek olduğunu sandıklarından, anlaşmazlığı aşktan saymazlar ve tükenirler. Her şeyi tükettikleri gibi, aşkı da çarçabuk tüketirler. Zaten, birden fazla kez sevebilenlerdir bunlar ve bunlarla aşk yaşanmaz da, yazılmaz da…
Yazdıkça uzayıp gidiyor önümdeki mektup. Olanca öfkesi, bunca küskünlüğü yakışmasa da en azından gençliğine, kaybedecek bir şeyi olmadığını sanarak gidiyordu satırlar. Bir kalp artık ölümü arar olduysa, kalanların ne önemi var ki diyordu.
İnsanlar bazen öyle acılar yaşar ki; yüreklerini kâğıtlara dökerler. Biçimsiz, eğreti ama içten cümleler, böyle cümlelerdir. Konuşsa konuşamaz, ağlasa ağlayamaz bazen insan. Haksızlığı, çaresizliği ve yalnızlığı kelimeler de anlatamaz böyle zamanlarda. …
Oysa ne güzel bir ismin var… Bu bile kendi halinde ne güzel. Ne kadar başındasın henüz hayatın, düşünsene. Hani, bana öğretilen bir şey var; sen bilmiyor musun yoksa? Ölüm; yaşayacaklarını alıp götürecek ama yaşadıklarını asla alamayacak, anlıyor musun? Bak, ben de korkmam hiç ölmekten ya da yalnız kalmaktan. Ben de tanıyorum, senin kadar biliyorum ´bunlar´ dediklerini. Bunlarla yaşıyorum tıpkı senin gibi. Birlikte çalışıyoruz, birlikte yemek yeriz, birlikte seçimlere katılır, oy verir ve sonra da küfür ederiz.
Bunların unutkanlığından nefret ederim ben de. Daha beş sene önce olan bitenleri hatırlamazlar ama bugün için ahkâm keserler. Oysa dünü bilmeyen bugünü anlayamaz ve yarına bakamaz.
Bizim bunlara anlatacaklarımız var. Dinlemeseler de konuşacağız. Okumasalar da yazacağız. Anlayacakları ana kadar anlatacağız. Ne mısralarımız yorulacak, ne kafiyelerimiz bozulacak. Ne masallarımızı yarıda bırakıp uyuyakalacağız, ne usancımızı kalemlerimize sarıp cebimize atacağız.
Bir vazoya bakmak vicdandır. Onu topraktan ısıtıp nefesinden şekillendiren, ateşte dans ettiren elleri görmek ahlaktır. Şehrin göbeğinde patlayıveren bir canlı bombayı duyunca, etrafında can veren, yaralanan insanlara ağlamak kadar, canlı bombanın anasına da kederlenmektir bizim insanlığımız.
Bir kırlangıcın gagasıyla taşıyıp yaptığı çamurdan yuvasına okşayan rüzgârın, yarım saat sonra koca okyanusu dalgalandırıp kıyıları ala bora etmesini görenlerdeniz. Yalana, dedikoduya, hor görmeye ve ayıplamaya yabancı kalabilenlerin, damak tadıyla doymaya, kana kana suya ve huzurlu bir uykuya aşina olduğunu bilenlerdeniz.
Bizim en kutsal yerlerimiz okullardır. Bir talebe hala uçlarını özenle açtığı kalemlerini sırasındaki oluğa koyup dersini dinliyorsa, ona okuldan sonraki hayatı da anlatacağız. Ezberde kalmayacak. Formüllerin, denklemlerin, sapmaların hesaplayamadığı binlerce küçük parçadan oluşan koca bir yap-bozun yerleşim haritasını, parça parça avuçlarına vereceğiz. Bu çocuk doymuş olduğunda, bu çocuk şükre kavuştuğunda, bu çocuk bir gün babasını anladığında, yaşamı yaşayabilmiş olacak.
Bunlarla kavgamızı sonuna kadar vereceğiz. İnsanlığın en büyük savaşındayız ve bunun kıymetini bileceğiz. Cehalete, emeksiz tüketime ve düşünmemeye açtığımız cephelerden, insan oluşumuzun en soylu nedeniyle kavgamızı vereceğiz. Onlar bozacak, biz yapacağız. Onlar sökecek, biz dikeceğiz. Onlar silecek ama biz her sabah yeniden kelimeler dizecek, yeniden resimler çizecek, yeniden taşlar yontacak ve yeniden türküler yakacağız.
Ben de bu kadar cansız bir hayata geldiğim için üzgünüm. Kuru çiçekleri, yanmayan mumu, açılmayan şarabı, mızrabını tutmadığım bağlamayı, elimi ayağımı boyamadan tablo seçmeyi ya da bir tezgâhını koklamadan evime halı beğenmeyi sevemedim tıpkı senin gibi. Dahası bile var küçüğüm… Sen bir atın sağrısına kollarını bağlayıp, tozu dumana kattın mı hiç? Sen bir testiyi ağzına kadar ellerinle doldurup fırında pişirdin, sonra da küt diye kırıp yiyebildin mi hiç? Sen bir sabah erkenden uyanıp, kendini balkonda uyuyup kalmış buldun mu hiç? Benim sözlerim vardı. sevdamla köyüme gidecek, tay koşturacaktım. Beni evinde misafir edecek, testiyi bana kırdıracaktı. Ve tepemizde binlerce yıldızla, bir balkonda uyanıp ´günaydın´ diyecektik birbirimize…
İçinden aşkı eksiltme can. Asla ama asla aşkın noksanlaşmasın. Öfkenden daha güçlü, vazgeçmişliğinden daha derin ve ümitsizliğinden daha dirençli yegâne duygunu yitirme. Yoksa sen de ´onlardan´ olacaksın…
Kâğıtlara döktüğün öfkeni, yalnızlığını ve ölüme hasret kelimelerini okurken yaralanıyorum. Ancak boğazını parçalayarak tasmasını kıran bir kurdun yaralarından farksız yüzümdeki gözümdeki yaralar. Çünkü ben ´bunlardan´ olmadığına inanmışlığımın yolculuğunda, son istasyondayım. Nefret ettiğin veresiye âşıklardan değilim de bekliyorum. Benim sevdam hep peşin… Sen de bu mu noksan acaba can? Acaba sen de, kızdıkların gibi mi oluyorsun ağırdan? Çünkü aslolan, her şeye rağmen ´sevebilmek´ değil mi? Ben, birden fazla kez âşık olamadım da bekliyorum. Bu yüzden öfkeli değilim. Bu yüzden ümitsiz değilim. Bu yüzden benim için hala ve hep, daima güzel yaşamak…
Sen ´bunlara´ kızıp söverken, ben onlardan olmadığına inandığımı beklemekten ibaret yaşıyorum. Ağaçlardaki çaputlarım kendime değil, duam bile değil kendim için… Ben hep ona dua ettim, ismi Âmin´imdir benim.
Haydi, bir mektup daha yolla bana. İçinden onlar geçmesin…
Yorum Bırakın