Diyelim ki evrenin kendisi dahil her şey, ona hunharca eziyet eden varlık olan insanoğlu için. Diyelim ki dünya bir sınav yeri. Öyleyse, dünyada hatta evrende bizden bağımsız birçok şey neye hizmet ediyor? Eğer ki var olan her şey insan içinse, nesli tükenen ancak yok olması insanlığın var oluşunu etkilemeyen bir sürü nesli tükenmiş tür neden vardı? Neye hizmet ediyorlardı insan için? Varlıkları ile yokluklarını hissettik mi bu canlıların? Neslini tüketirken hissettik mi mesela? Tüketmeden önce? Tükettikten sonra? Ancak eğer dünyanın yalnızca bir sınav yeri olduğu argümanını kabul edersek, insanı etkilemeden, insandan bağımsız gerçekleşen olayların tümü gereksiz eylemler gibi gözüküyor.
"İnsanoğlundan bağımsız var olan şeyler neye hizmet ediyor" derken anlatmak istediğim şeyi biraz açmak istiyorum.
Bir çiy damlasını örnek olarak alacağım. Çiy tanesinin içinde bir evren var. Birbirlerini avlayarak beslenen canlılar yaşıyor içinde. Tek hücreli terliksi bir hayvan, bu bahsettiğim evrenin içindeki canlılardan yalnızca biri. Dileptus denilen yine çiy damlası içindeki diğer canlı ise, terliksi hayvanı yiyerek beslenir.
Yani, insandan bağımsız bir sürü evren var derken bahsetmek istediğim evrenler böyle bir şeydi. Çiy damlası içinde yaşayan ve orada kendi yaşam mücadelesini veren dileptus'un, insan denen canlının var olmasına ve hayatta kalmasına ne gibi bir yardımı var? Burası yalnızca bir sınav yeri ise, tanrı bu canlıları var etmeden de bir çiy tanesini yaratabilirdi yine insan için. Çünkü tanrının istediği her şeyi yapma gücü olduğunu varsayıyoruz. Eğer dünya, gelip geçici bir sınav yeri ise, gerçekten bu kadar çeşitliliğe ihtiyaç var mıdır? Doğa çeşitliliği seviyor, orası kesin. Aynı çiy tanesinde olduğu gibi, yaşam için yer fark etmeksizin diğer canlıların var olması kaygısı gütmeden, amaçtan bağımsız bir şekilde yaşam var ediyor doğa. Canlılık her zaman kendi çıkarına hizmet etmez. Evrimin mekanizması ile örneklendirelim. Bilinenin aksine, evrim sürekli daha iyisine evrilmek değildir, her zaman bu şekilde işlemez. Bir canlıda meydana gelen genetik bir hata, genlerinde rastgele meydana gelen bir mutasyon, yani o türün gelecek nesillerce aktarılarak geçirdiği o mutasyona bağlı evrim, o türün yok olmasına sebep olabilir. Avcılarından kaçmasına, daha iyi avlanmasına mani olacak bir şekilde mutasyon geçirerek türünün sonunu getirebilir. Hayatta kalmayı daha avantajlı hale getiren mutasyonu geçiren tür, hayatta kalır. Güçlü olanın hayatta kalması demek budur. Aslında daha güçlü olan değil, çevre koşullarına adapte olmayı sağlayan evrimi geçiren tür hayatta kalır. Tekrar edelim: Canlılık her zaman kendi çıkarına hizmet etmez. Doğa, sizin orada olup olmadığınızın farkında değil, umursamıyor da.
Bizden başka tüm canlılar insanoğlu için var ise, ağaçtaki elmanın 'var' olma nedeni, insanoğlunun onu yemesi ise, süt ve yumurta veren canlıların yaşama ve var olma nedeni insanoğlunun bunlardan yararlanması ise yalnızca, dünyadaki her şeyi tüketerek yok eden insanoğlunun var olma amacı neydi dünya üzerinde? Bunlar yalnızca insan için mi yaşıyordu, yoksa doğanın çeşitliliği sayesinde var olan şeyleri yalnızca bizim için sandığımız bir kibir ile tüketip her şeyi yok mu ediyorduk? Eğer canlılık ve çeşitlilik birbirine hizmet edecek bir düzen içinde birbirini tamamlıyorsa, "Dünyaya Yaşam Nereden Geldi?" başlıklı yazımda bahsettiğim siyanobakterilerin ürettiği oksijen neden anaerobların yaşamı için bir tehdit oluşturdu? Tekrar edelim yine: Canlılık her zaman kendi çıkarına işlemez. Var olan her bir yaprakta mikroskobik boyutlarda stoma adı verilen yüz binlerce ağızcık vardır ve bitkiler onlar sayesinde nefes alır. Karbondioksit alır, bizim için hayati olan oksijeni verirler. Bitkiler biz olmadan da yaşayabilir, ancak onların yokluğu bizim sonumuz olur.
İnsanoğlu henüz bu dünyaya gelmeden önce var olmuş ve yok olmuş bir sürü canlı türleri neye hizmet ediyordu peki? Bu canlılığın insanoğlu için var olduğu amacını nasıl çıkartabiliriz? Eğer, diğer tüm canlıların dünyaya gelip bir canlılık kazanması insan için ise, insanoğlu yok olduktan sonra da var olmalarının bir anlamı yoktur, öyle değil mi? Canlılık, insan henüz bu dünyada yokken de vardı, insanoğlu yok olduğunda da var olmaya devam edecek. Hem de daha güzel bir şekilde. Eğer amacı bizsek, biz yok olduktan sonra da tanrının onları canlı tutmasının, hatta kelimenin tam anlamıyla doğanın resmen kendisine gelmesinin bir mantığı yoktur öyleyse.
İnsanın her şeyi üstüne alınmasına ve bilim öncesi çağlarda bilinmezlik ve korku ile temelleri atılmış bu inançlar günümüzde hala sürmekte. Buna bir örnek; eski dönemlerde insanoğlu dünyada ortaya çıkan salgın hastalıkları tanrıya bağlıyorlardı. Bir salgın hastalık da diğer birçok olumsuz durum gibi, tanrı tarafından cezalandırılmak anlamına geliyordu. Tanrılarının kendilerini affetmeleri için onun uğruna kurban vermek gibi bir yöntem bile geliştirmişlerdi. Eski dönemlerde grip, tıbbın yeteri kadar gelişmemesinden kaynaklı olarak çok daha fazla can alıyordu. Bugün hala ingilizcede "influenza" olarak adı geçen grip, etkilemek anlamına gelen “influence” kelimesinden gelmektedir. Yani, tanrının insanlar üzerindeki etkisi. Her şeyi kibrimiz yüzünden üstümüze alınmamıza rağmen, ders alıyor muyuz yine de başımıza gelenlerden?
Bir konu hakkında çok az bilgimiz olduğunda, bilinmezlikleri kendi inançlarımız ile doldururuz. Örneğin bir karadeliğin içinde ne olduğunu bilmememiz, onun hakkında aslında kendisinin sahip olmadığı birçok özelliğe sahip olduğuna inanmamıza yol açar. Bilinmeyenden cevap açısından çok fazla şey umuyoruz. Bu tanrı kavramında da aynıdır, aşkta da. Biraz dikkatli düşündüğünüzde insanoğlunun bilinemez çoğu şeyi yüceltmeye meyilli olduğunu hemen görürüz. Doğa bilimleri ile doğa üzerine çalışan bilim insanlarından daha az bilgiye sahip olduğumuz su götürmez bir gerçek. Doğa hakkında pek fazla şey bilmediğimizde, halk arasında bu bilinmezliklere sahte gerçekler uydururuz. Ancak doğa dediğimiz, kâinat dediğimiz şeyi araştırmaya başladığımızda her şeyin çok da mükemmel bir düzen içinde olmadığını, canlılığa her koşulda hizmet etmediğini, insanoğlundan daha uzun süre yaşamış, daha güçlü canlılar olduğunu ve doğanın yalnızca kendi halinde var olan mükemmellikten uzak bir kavram olduğunu kendi gözlerimiz ile görürüz.
Hemen hayatın kendi içinde, kendi içimizde işleyen çoğu kişinin yanlış yorumladığı diğer bir hayatın işleyiş biçiminden örnek verelim: Kendini gerçekleştiren kehanet.
Bir kişi kendi üzerinde sürekli olarak nazar olduğuna inanıyorsa, başına gelen en basit şeyi ona yoracaktır ve kendine, nazarın var olduğunu kanıtlayacaktır. Eğer araba sürmekten ve kaza yapmaktan çok korkuyorsanız, kaza yaparsınız. Çoğu kişi için bu tarz kendini gerçekleştiren kehanetler batıl inanca dönüşür. “Korktuğun başına gelir.” Ancak asıl mesele, saklıda kalmış işleyiş nasıldır? Ardında psikolojik mekanizmalar gizli.
Kaza yapmaktan çok korkarsanız kaza yaparsınız, çünkü tek odağınız yalnızca korkudur. Korku, araba kullanırken dikkat etmeniz gereken birçok şeyi düşünmenizi engeller. Beyniniz korku durumundayken sağlıklı ve incelikli düşünemez. Birini kaybetmekten çok korkarsanız ve o kişiyi kaybetmemek için sürekli durum kontrolü yaparak o kişiyi sıkarsanız, o kişiyi kaybedersiniz. Korktuğunuz başınıza gelir. Dolayısıyla korktuğunuz şeyi başınıza getiren yine sizsinizdir. Kendini gerçekleştiren kehanet, “Biliyordum işte beceriksizim! Hiçbir şeyi başaramıyorum.” gibi bilişsel çarpıtlamaları beraberinde getirir. Özgüvensizlik aşılar ve yine kendimizi sıkıcı birçok durumun içinde buluruz. Belki de nazardan korunmak için cama yuvarlak şekil verilmiş ve maviye boyanmış duvar süsünden ziyade, davranış ve korkularımızın birbirini nasıl etkileyerek bizi soktuğu döngünün farkındalığına ihtiyacımız vardır.
Psikiyatr Carl Jung'un bir sözünü özet niteliğinde kullanmak istiyorum:
“Siz bilinçdışınızı bilince dönüştürene kadar, o sizin hayatınızı yönlendirecek ve siz ona ‘kader’ diyeceksiniz”
Ve bütün bunlardan ayrıca bir konuya değinmek istiyorum. Felsefe âlemine ilk giriş yaptığım zamanlarda çoğu insan gibi hiçbir şeyin anlamının olmadığını düşünmüş, buna inanmıştım. Hala buna inanıyorum. İçinde bulunduğumuz çevre koşullarında çoğumuz hiçlik girdabına elimizi kolumuzu kaptırmışken, bu nihilizm dediğimiz hayat felsefesi, bana özgürlük vadetmişti. Dünyanın bir sınav yeri olduğunu düşünmüyor, dünyadaki var oluş amacımı bulmaya çalışmıyor ve var oluşu çelişkili bir başka dünya vaadi ile yaşamıyordum. Amacım yoktu, kendi var oluş amacımı üretmekte özgürdüm. Dünyadaki canlılığın inceliği, yaşanan tesadüfler benim için şaşırtıcı olduğu kadar hayranlık uyandırıcıydı. Bütün olan bu şeylerin bir amacının olmaması, olmuş olan bu şeyi çekilmez ve değersiz kılmıyordu. Amacım, bir şekilde var olmuş bu dünyayı ve evreni tanımaktı. Çünkü o, hayatı şaşırtıcı kılmak için mucizeler uydurmamıza gerek kalmayacak kadar şaşırtıcıydı. Çünkü o, var olan diğer her şeyden daha hayranlık uyandırıcıydı. Nihilizmi, yaşamı bir sevince dönüştürmek için kullanmıştım. Başıma gelenlerin büyük bir kısmı benden bağımsız şekilde gerçekleşen, daha üst bir varlık tarafından gerçekleşmiyordu veya nazara inanmıyordum. Kontrol benim dışımda değildi. Durumların kontrolünün büyük bir çoğunluğu bendeydi ve hayatta yalnızca kontrolümüz olan şeyleri değiştirebilme şansımız vardı. Hayat, içinde yaşanan, yaşattığımız ve yaşadığımız her şeyden bağımsız bir şekilde güzeldi. Hayat şeffaftır. İçine doğduğumuz kendi yaşantılarımız ile hayata rengini biz veririz. Bu yüzden hepimiz farklı renkte gerçekliklere sahibiz. Dünyanın olmasını arzuladığımız yer olduğuna inandığımız yalan bir gerçeklik içinde yaşamaktansa; doğayı, düzeni, evreni bizi rahatlatacak bütün inançlarımızdan ayırmaya çalışarak anlamaya çalıştığımızda her şeyin renginin daha canlı olduğunu düşündüm her zaman. Maddesel dünyayı bilmediğimizde o duvarda eksik tuğlanın yerine metafizik bezini tıkıyoruz. Dünyayı olduğu gibi anlamaya çalışmadan, başka dünyalar yaratıyoruz. Dünya bildiğimiz gezegenler arasında cennet tanımına en benzer gezegendir. Hatta cenneti tasvir ederken dünyanın güzelliklerinden yararlanırız. Burayı kötü yapan biz insanoğlundan başkası değil. Eğer, öldükten sonra sonsuza kadar mutlu yaşayacağımız bir yer olduğu inancı yaygın olmasaydı, henüz ölmeden, tek cennetin burada cennete çevirebileceğimiz dünya hayatı olduğunu anlasaydık neler daha farklı olurdu?
Yorum Bırakın