Dünya ile ilgili neleri kaçırıyoruz? Gerçeklik dediğimiz şeyin gerçek tanımı nedir? Biyolojik sınırlılıkları yüzünden çarpıtılmış gerçeklere muhtaç olan insan tarafından tanımlanan gerçeklik tanımı ne kadar sahicidir?
İlk olarak basit bir biyolojik sınırlılık ile başlayalım: Biliyoruz ki normal insan gözü yalnızca 700 ile 400 nanometre arasındaki dalga boyunu görebilir. Bunun 700-600 arası kırmızı; 600-500 arası yeşil, 500-400 arası mavidir. Ancak gerçekte dünya renksizdir. Peki neden renkli görüyoruz? Rengarenk çiçekler üzerinden gidelim. Güneşten gelen değişik uzunluklardaki ışık dalgaları yeryüzüne çarpıyor, çiçeklerin taç yaprakları düşük enerjiyi -yani ışığın uzun ve kırmızı dalga boylarını- emiyor. Ancak daha kısa olan yüksek enerjili mavi dalga boylarını yansıtıyorlar. Bizim kırmızı olarak gördüğümüz en uzun dalga boyları en düşük enerjiye sahiptir. Yani renkler, ışık dalgalarının enerjisini gözle algılama biçimimizdir. Bir gün batımı, en sevdiğiniz çiçeğin rengi, sevdiğiniz kişinin gözleri, en sevdiğiniz kıyafetinizin rengi... Bunların yarattığı duygular ışık dalgalarının frekansında ve enerjisinde olan değişim sonucu duyu organlarımızca algılanıp beynimizce yorumlanması sonucu meydana gelir. Beynimiz sayesinde gerçekliğimiz, dünyanın kendi olduğu halinden daha farklıdır. Öyleyse, dünyanın olduğu gibi kendisini hayal edebilir misiniz?
Bizim gerçekliğimizi oluşturan bu görebildiğimiz aralığın dışındaki dalgaları tespit edebilen canlılar mevcuttur: sivrisinekler, somon balıkları, engerek, mantis ıstakozu....
Hatta mantis ıstakozunun görebildiği aralığın yanında, bizim dünyayı görebilme sınırımız komik kalıyor. İnsanlarda 3 adet fotoreseptör varken, (1 koni eklediğimizde yüzlerce farklı rengi görebilir hale geliyoruz) mantis ıstakozlarında 16 tanedir. Bu sayı bilinen canlı türlerinin görme sisteminden iki kat daha fazla. Bu hayvanın gördüğü dünya ile, bizim gördüğümüz dünyanın farkını düşünün. Dünyadaki yaşamımızda kızılötesi, morötesi, radyo dalgaları, mikro dalgalar, x ışını ve gama ışınını gördüğünüzü, dünyanın gerçekliğinin bir kısmını daha deneyimleyebildiğinizi hayal edin.
Bir de sinesteziye sahip olan insanların gerçekliğini hayal edelim. Sinesteziye sahip kişiler genelde iki ayrı şeyi birbirine ait bir gerçeklik olarak algılarlar. Örneğin bir sayıyı gördüklerinde veya hayal ettiklerinde ekşi bir his uyanabilir. 8 sayısını gördüklerinde zihinlerinde otomatik bir şekilde sarı olarak görebilir, hissedebilirler. Bir harf, onlar için bir kokuyla eşleşmiş olabilir. Bu onların gerçekliğidir. Bu yüzden diğer bütün insanların da öyle olduğunu düşünür, kendilerinin sinesteziye sahip olduklarını uzun seneler boyunca anlayamazlar. Eğer kişi, "A" harfini gördüğünde ekşi bir tat hissediyorsa, diğer bütün insanlarda da bunun öyle olduğunu zanneder. Çünkü onun için dünya gerçekliği odur. Sinesteziye sahip birinin gözünden gerçekliği hayal edebilir misiniz?
Sanılanın aksine doğuştan körler de dünyayı simsiyah görmezler. Aslında gördükleri tam anlamıyla hiçliktir. Onların kapkaranlık bir ekran gördüğünü düşünmemizin sebebi, onları anlamak için gözlerimizi kapattığımızda siyah görmemizdir. Ancak gözlerimizi kapadığımızda siyah görmemizin nedeni zaten görme yetisine sahip olmamız ve göz kapaklarımızı kapatsak dahi görebiliyor olmamızdır. Ancak körler, karanlığı bile göremezler. Bir hiç gördüğümüzü hayal etmek bize çok uzak. Peki, kör birine varlığı, gören birisine yokluğu nasıl anlatabiliriz?
1978'de karbon monoksit zehirlenmesi geçiren bir kadını ele alalım. Bu kadının beyninin bazı bölgelerinde (özellikle de hareketin temsilini sağlayan alanlar) hasarlar meydana gelmiş. Beyninin diğer bölgelerinde bir hasar oluşmadığı için duran nesneleri görmesinde bir problem ortaya çıkmamış. Duran bir masa veya duran bir araba görmesinde bir problem yok. Ancak karşıdan karşıya geçmek için kaldırımda beklediğinde, arabayı bir orada, bir an sonra diğer tarafta görüyormuş. Arabada bir hareket saptayamıyor, bir yerden diğer noktaya ışınlanıyor gibi algılıyormuş. Bir sürahiden su boşaltmaya kalktığında gördüğü şey yalnızca sürahiden aşağı sarkan pırıl pırıl su sütunu ve bardaktan taşan suyun oluşturduğu su birikintisi oluyormuş. Suyu hareket eder halde göremiyormuş. Yani yaşamı bir dizi fotoğraf karesinden ibaret haldeymiş.
Öyleyse, ne kadar canlı varsa; o kadar gerçeklik vardır. Öyle değil mi?
Beynimiz, neyi yememiz veya neyi yemememiz ile, neyin iyi durumda veya neyin kötü olduğuyla, kiminle üreyip üremeyeceğinize, neyi seçip seçmeyeceğimize bağlı olarak gelişmiş. Bulunduğu bedenin hayatta kalması için en iyisi ile ilgileniyor. Neyin gerçek olduğu ile değil.
2010 yılında Theoretical Biology dergisinde yayımlanan makalesinde nörobilim profesörü Donald Hoffman, gerçekliği gören organizmaların soyunun tükendiği teorisini öne sürmüştü. Gerçeği olduğu gibi gören organizmalar, gerçekliği olduğu gibi görmeyip yalnızca uyum ödüllerini algılayan aynı karmaşıklıktaki organizmalara nazaran çevreye uyum konusunda her zaman daha başarısız olduğunu ortaya koymuş. Matematikçi Chetan Prekash ile beraber, genel olarak uyum ödüllerinin, dünyanın gerçek yapısına dair bilgiyi yok ettiğini göstermişler. Yani, gerçeği olduğu gibi göremeyenlere nazaran, rekabette üstün gelemiyorlar.
Dünyayı olduğu gibi gören organizmaların, dünyada olup biten birçok şeyi göremeyen, yalnızca organizmanın hayatta kalması, üremesi için gerekli olan sayıdaki şeylerin basitleştirilmiş haliyle gören organizmaların soyu tükenmeye müsait. Örneklendirmek gerekirse; kendinizi bir bilgisayar oyununun içinde hayal edin. Oyunun içinde çevrenize bakarak nereye geldiğinizi anlamaya çalışmak için piksellere bakıp, gerçeği kavramaya çalışana kadar, yararlı ödül puanlarını toplamaya koyulan bir diğer oyuncu sizden daha avantajlı konumda olacaktır. İçinde bulunduğunuz gerçekliği algılamaya çalışırken sürekli göreceğiniz şey pikseller olacaktır. Ancak gerçek, bilgisayar devrelerinin ardında, kullanılan yazılımdadır. Bu, bizim algıladığımız ve nesnel gerçekliğin arasındaki farkın ne derece büyük olabileceğine işaret ediyor. Hoffman'a göre, oyundaki elektrik devrelerini (nesnel gerçekliği), yani kendinde olan şeyi görürseniz, oyunu oynayamaz ve hayatta kalamazsınız. Ona göre, zaman ve mekanın kendisi bizden bağımsız olarak varolmaz. Çoğumuz zaman ve mekanın temel bir gerçeklik olduğunu düşünürüz. Nesneler de zaman ve mekanın içinde varolurlar. Ancak Hoffman, bunun tamamen yanlış olduğunu söylüyor.
"Sahne kurulduktan 14 milyar yıl sonra ortaya çıkan figüran değilsin sen. Zaman ve mekanın, etrafımızda gördüğümüz tüm nesnelerin yazarısın.”
Sinestezi Testi: Farkında Olmasanız da Sinestet Olabilirsiniz!
Yorum Bırakın