Asıl adı Yılmaz Pütün'dür.
Yapımcı, oyuncu,senarist gibi film sektöründeki farklı işlerde karşımıza çıkmıştır.
Tüm bunların haricinde de özellikle hapis yattığı dönemde yazdıkları başta olmak üzere :
Boynu Bükük Öldüler (1971), Salpa (1975), Ağıt, Arkadaş(aynı isimli filmi vardır), Sürü, Ölüm Beni Çağırıyor - Gençlik Öyküleri, Acı, Yol, Sanık ve sayısı daha da çok olan kitapların yazarıdır.
Ancak biz filmlerdeki,yazarlık hayatındaki başarılarının ve özel hayatının yanı sıra onu bir mahkum ve daha sonrasında da bir kaçak haline gelmesine sebep olacak ve bütün hayatını değiştirecek olan "o" olayla tanıyoruz:
Türk sinemasının ’Çirkin Kral` lakaplı Yılmaz Güney’i, 13 Eylül 1974’de Adana’nın Yumurtalık İlçesi’nde hakim Sefa Mutlu’yu vurması..
Olay hakkında uzun uıllar konuşuldu ve tartışıldı. Kimi insanlar Yılmaz Güney'e acımasız bir katil gözüyle bakarken kimileri bunu yumuşatıp "insanoğlu hata yapar" dedi. Bazılarıysa bu olayın tamamıyla bir komplo teorisi olduğunu ve siyasi açıdan başı her zaman dertte olan Yılmaz Güney'i türk sinemasından silmek için bu hamlenin yapıldığını iddia etti.
Ben öncelikle hiç bir şartta hiç bir canlının yaşamına son vermeyi hoş görmediğimi veya bu suçu yumuşatmaya çalışmadığımı söylemek istiyorum. Bu olayı çokça okudum araştırdım ve son olarak olaydan yıllar sonra olayı birebir yaşayan bir insanın itirafıyla olayın açıklığa kavuştuğunu öğrendim.
Ve sizlerle Yılmaz Güney'in doğum günü olan bugünde öğrendiklerimi (umarım)tarafsızca paylaşmak üzere yazıyorum.
O dönemde kendisinin asistanlığını yapan, yönetmen ve Altın Koza Film Festivali’nde ’Yaşam Boyu Onur Ödülü’ alan Ali Özgentürk’ün biyografik öyküsünün anlatıldığı kitapta (Burçak Evren’in kitabında) 37 yıllık suskunluğunu bozarak o gece yaşananları aydınlattı.
`Endişe’ adlı filmi çektikleri ilçedeki yaşadıklarını ilk kez ayrıntılı olarak anlatan Ali Özgentürk, "Olayın yaşandığı tarihte Adana Belediye Başkanı Ege Bagatur, ekibin bulunduğu Yumurtalık’ta denizin kenarındaki otelin gazinosuna akşam yemeğine geldi. Yılmaz Güney hepimizin bu yemekte olmasını istedi. Bir masaya Belediye Başkanı Ege Bagatur, Yılmaz Güney, eşi Jale Fatma Pütün, öğretmen Murteza Timur, Şerif Gören ve ben oturduk" dedi.
Yılmaz Güney’i görmeye gelenlerin gazinoyu doldurduğunu belirten Özgentürk kitapta yer alan ilgili bölümde, olayı şöyle anlattı:
"Gazino ağzına kadar doluydu. Bir süre sonra deniz kenarından karartı şeklinde bir adam gelerek gazinoya girdi. Sarhoş olduğu her halinden belliydi, ayakta bile doğru dürüst duramıyordu. Birdenbire ’Ulan sana Yılmaz Güney mi diyorlar. Yılmaz Güney kim?’ diyerek küfür etmeye başladı. Herkes şaşırmıştı. Yılmaz adama hiç cevap vermedi. Birtakım kişiler araya girerek adamı gazinodan uzaklaştırdılar. Daha sonra ağır ceza hakimi olduğunu öğrendiğimiz bu adam, yani Sefa Mutlu, ailesiyle birlikte gazinonun az ilerisinde bir kampta kalıyormuş. Bir süre sonra yine geldi. Yine sarhoştu. Bu kez Yılmaz’ın eşiyle ilgili çok ağır bir söz söyledi. Ne olduysa işte o anda oldu. Gazino birden bire karıştı. O karışıklıkta olayın nasıl olduğunu göremedim."
Olay sonrasında jandarmanın geldiğini ve gözaltına alındıklarını aktaran Özgentürk, sonraki gelişmeleri de şöyle anlatıyor: "Geceleyin jandarma bizi toplayıp karakolun yanındaki portakal bahçesine götürüp gözaltına aldı. Yılmaz Güney’i de karakolun içindeki bir odaya koydular. Bir ara Yılmaz ağabeyi ziyaret ettim. Onu odanın duvarlarından birine elini dayamış, hareketsiz bir biçimde dururken gördüm. Benim geldiğimi görünce ’Ali ne oldu, ne oldu böyle’ dedi. Aynı cümleyi tam üç kez arka arkaya tekrarladı. Başka bir şey demedi. Ben de bir şey sormadım…
Olaydan bir gün sonra, Yılmaz Güney’in yeğeni Abdullah Pütün’ün, ’Hakim Sefa Mutlu’yu ben öldürdüm’ diyerek silahla savcılığa teslim olduğunu ancak ’Adaleti yanıltma ve silah taşıma’ suçundan hakkında dava açıldığını belirten Özgentürk, "Olayın ertesi günü savcı, film ekibindeki herkesin ifadesini almaya başladı. Sıra bana geldiğinde o olayla ilgili hiçbir şeyi görmediğimi söyledim. Savcı bu yanıttan pek hoşnut kalmadı ve yalan söylediğime inanarak, yüzüme okkalı bir tokat attı. Ama bu tokattan sonra da görmediğim olayla ilgili hiçbir şey söylemedim" diye konuştu.
Yumutalık’taki olaydan bir gün sonra Yılmaz Güney’in Adana Cezaevi’ne götürüldüğünü kaydeden Özgentürk, sonrasında yaşananları şöyle aktardı:
"Film ekibi Adana’ya gelerek bir otele yerleşti. Yılmaz’ı seven herkes, Adana Adliyesi’nin önünde toplanarak, ’Biz öldürdük, bizi içeri alın’ diye bağırmıştı. İstanbul’dan Yılmaz’ın ortağı Süha gelerek hem olaya, hem de film çekimine el koydu. Zaman zaman Adana Cezaevi’ne giderek, Yılmaz’la konuşma olanağı buldum. Yılmaz, filmin yarım kalmamasını, mutlaka çekilmesini isteyerek, filmin yönetmenliğini Şerif Gören’in, asistanlığını da benim yapmamı istedi. Film ekibi, üzerindeki şoku atlattıktan sonra Şerif Gören’in yönetimde filmi çekmeye başladı. Ben hem Şerif Gören’in yardımcılığını yaptım hem de senaryoyu yazdım. Hem sette olmam, hem de senaryoyu yazmam biraz zor oluyordu. Şerif’e, otele çekilip yalnızca senaryoyla ilgilenmem gerektiğini söyledim, o da kabul etti. Sonunda otelden hiç çıkmadan senaryoyu bitirerek teslim ettim."
diyerek `Endişe` adlı filmin de böylece tamamlandığını anlatmıştır Ali Özgentürk.
'komünizm propagandası yapmak' suçuyla cezaevine 1,5 yıl kadar kaldıktan
sonra henüz 2 yıl önce beraati istenen Yılmaz Güney'in mahkumluk hayatı böylece 13 Temmuz 1976'da 19 yıl hapis cezasına çarptırılarak yeniden başlamış oldu.
5 yıl hapis yattıktan sonra 9 Ekim 1981 tarihinde izinli olarak çıktığı Isparta Yarı Açık Cezaevinden yurt dışına firar etti. Yılmaz Güney'in hapisten kaçışı da filmlerini anımsatmıştır. Hapse girmeden önce çekmiş olduğu `Şeytanın Oğlu` filminde, bir günlük bayram izninde dışarı çıkan ve kayıplara karışan bir adamın hikâyesini anlatmıştır. Filmine benzer bir yaşantı tecrübe etmiştir. Bir günlük izin ile hapisten çıkan Güney, Antalya'nın Kaş ilçesinden Yunanistan'a bağlı Meis adasına, oradan da İsviçre'ye kaçmıştır. Daha sonra Fransa'ya geçer ve yaşamının geri kalanını Paris'te geçirdi.
9 Eylül 1984'te, 47 yaşındayken mide kanseri sebebiyle hayatını kaybetti ve oraya, Père Lachaise Mezarlığı'nda defnedildi.
Bir canlının hayatını almak kadar büyük ve affedilmez bir günah yoktur, derler.
Ben, filmlerinin ve kitaplarının güzelliğine övgüler yağdırarak sanatçı kişiliğine saygı duyuyor
ve bunlardan bağımsız olarak kendisini günahlarını çekmesi için Tanrıyla baş başa bırakıyorum.
Yorum Bırakın