İzlediğim belgeselde şöyle bir alıntı vardı:
"Kalktığınızda telefonunuza tuvalete gitmeden önce mi yoksa tuvaletteyken mi bakıyorsunuz? Çünkü başka bir ihtimal söz konusu değil."
Bu söz bana kısa bir aydınlatma yaşattı. Sonra düşündüm.
Kalkar kalkmaz telefona, sosyal medyaya bakıyorduk. Gelen mesajlar, bildirimler, takipler, beğeniler... Bir bakmışız telefonda bir saat geçirmişiz bile.
Kahvaltıya geçiyoruz telefon yanımızda, salona geçiyoruz telefon yanımızda, tuvalete gidiyoruz telefon yanımızda. Evden çıkıyoruz, ilk kontrol ettiğimiz şey telefon.
Fotoğraf atıyoruz beğeni az oluyor üzülüyoruz, yorum az geliyor üzülüyoruz, biri kötü yorum atıyor, bizle dalga geçiyor üzülüyoruz, takipçi sayımız düşüyor, artmıyor üzülüyoruz ama bu kadar üzüntüye rağmen ondan vazgeçemiyoruz. Bu bana artık biraz mazoşistçe geliyor. Kendimizi üzmeyi seviyoruz. Hayır, hayır. Biz üzüntümüzü sosyal medyanın geçirebileceğine inanıyoruz. Her üzüldüğümüzde daha çok fotoğraf, video atıyoruz. Üzüntümüzü beğenilerle yok etmeye çalışıyoruz ama beğeni az gelince daha çok üzülüyoruz. Bu sefer daha çok fotoğraf daha çok video atıyoruz ve bu artık kısır döngüye giriyor.
En çok ne izleniyor ne beğeniliyor onlara bakıyoruz ve biz de onlar gibi oluyoruz. Onlar gibi olmaya çalışıyoruz. Onlar ne yaparsa biz de onu yapıyoruz. Yani bir nevi kendi irademizle değil de sosyal medyadaki tanımadığımız, umrunda bile olmadığımız insanların isteğine göre hareket ediyoruz. Popülariteye uyum sağlayıp takipçilerin kölesi oluyoruz. Birilerine kendimizi beğendirebilmek için kendimizden taviz veriyoruz. Kendimizi aşağılıyor, küçük düşürüyoruz. Söylesenize, siz kendinizi affedebiliyor musunuz?
Ben her beğeni sayısına üzüldüğümde Azra saçmala diye kendime kızıyorum. Beğenmişler beğenmemişler sana ne? Sen beğenmişsin paylaşmışsın. Ne kadar böyle kendime kızsam da takip, beğeni sayısına takmış durumdayım. Bir yanım bakma derken diğer yanım bakmadan duramıyor. Telefonu elime her alışımda (sanki bırakabiliyormuşum gibi) bildirim kısmına basıyorum. Bakıyorum bildirim yok sonra da keşfete dalıyorum. Zaten o keşfete dalanın vay haline...
Bu arada belgeselde de bu anlatılıyor zaten. Sosyal medya kurucularının bizi uygulamalarına hapsetmeleri. Bir saat girmeyin sosyal medyaya bildirimler yağmaya başlıyor. Şunu gördün mü, şu kişi yeni fotoğraf paylaştı, güncel olaylardan haberdar olmak ister misin, ilk fotoğrafını paylaştı, şu kişiyi tanıyor olabilirsin... Bir de reklamlar var tabii. Konuştuğun an önüne çıkan reklamlar. Hepsi bizi daha çok hapsetmeleri için. Daha çok telefonda duralım daha çok uygulamada duralım, bırakamayalım, bağımlısı olalım...
Hep kötü hallerinden bahsettik biraz da iyilere geçelim.
Düşünsenize dünyanın öbür ucundaki bir insanla konuşabiliyoruz! Anında. Yazıyoruz, karşılık veriyor. Beklemiyoruz. Görüntülü konuşma bile var! Ailemizden, arkadaşlarımızdan uzağa taşınmışız ve artık o kadar da üzgün değiliz çünkü istediğimiz her an görüntülü konuşabiliyoruz. Onları arayabiliyoruz, mesaj atabiliyoruz, haber alabiliyoruz. Haberimiz var be! Yaşıyorlar mı, hastalar mı, mutlular mı? Bunların hepsini bilebiliriz. Biliyoruz da. İnanılmaz değil mi?
Bir bilgiye ihtiyacımız var, araştırıyoruz, şak önümüzde. Bir şey beğeniyoruz, fotoğrafını çekebiliyoruz. Ses kaydı alabiliyoruz. Alışveriş bile yapıyoruz!
Daha saymadığım bir sürü özelliği var. İyisiyle kötüsüyle. Ve tekrar tüm bunları kenara bırakıp işin olumsuz yönüne dönelim. Bize çok büyük katkısı var ama bunun karşılığında bizden çok önemli bir şey alıyor: Zaman.
Amaan Azra zamandan bol neyimiz var?
Gerçekten zamanımız bol mu? Ah şunu yapsaydım, biraz daha zaman olsaydı, keşke zamanında şöyle yapsaydım, hiç zamanım yok, bir dakika boşum yok, şöyle zaman, böyle zaman...
Doğruya doğru hepimiz "hiç zamanım yok" sözünü kullanmışızdır. Buna genel olarak gelen cevap da zaten belli: Gün sana 24, bana 48 saat mi?
Şimdi düşünelim. Yaptığımız çok iş var ve hiç zamanımız yok. Hadi tamam bir şey demiyorum ama gün herkese 24 saat. Herkesin 24 saati var ve herkes bu saatte her şeyi yapıyor. Yapabiliyor. Gerçi genelde yapamıyor. Herkes şikayetçi bu durumdan. Peki gün 24 değil de 48 saat olsaydı? O zaman her şeye vaktimiz kalır mıydı? Herkesin kendi fikri tabii ama bence o zaman da şikayet ederdik. Neden 48 saat de 50 değil? Of çok işim var yetiştiremiyorum!
Ben zamanımın olmamasını çok uyumuma vuruyordum. Sonra erken kalkmaya zorladım kendimi başardım da. Her gün 3 saat daha kazanmıştım. Her gün üç saat erken kalkmak demek haftada 21 saat demek. Vay anasını nerdeyse bir gün! Ama zamanım yine yetmiyordu. Yine istediklerimi yapamıyordum! Acaba ben mi çok şey yapmak istiyordum?
Ben böyle düşünürken izlediğim bir videoda şöyle söze denk geldim: Önemli olan ne kadar uyanık kaldığınız değil, uyanıkken vaktinizi neye harcadığınız.
Ne kadar vurucu bir söz değil mi? Ben hayran kaldım. Bunu duyduktan sonra gün içinde neler yaptığımı listeledim ve gel görün ki yaklaşık 5 saatim sosyal medyada, 2 saatim falan boş boş durmakla geçiyor, yemek yemeyi seven biri olarak bir de oraya... Ee gün bitti zaten.
Şunu da not etmek isterim ki bu sözü duymamın üzerine iki ay geçti ve her şeyden biraz kısarak yapmak istediklerim için zaman yarattım. Her şeyden kastım yukarda bahsettiklerim: Uyku, sosyal medya, yemek ve boş boş oturma anı. Şu an istediğim her şeyi yapabiliyor muyum? Hayır. Ama en azından kendime daha çok vakit ayırıyorum, yapmak isteyip de zaman bulamadığım şeyler için artık zamanım var ve kendimi daha az kötü hissediyorum. Bence bu bile yeter. Ee peki sen ne duruyorsun? Hadi, yazmaya başla.
Yorum Bırakın